Mark Bowden'ın The Atlantic için kaleme aldığı ve 14 Ağustos tarihinde
yayınlanan "The
Killing Machines - How to Think About Drones” (Ölüm Makinaları – Dronlar Hakkında Nasıl Düşünmeli) başlıklı makale
ve makalenin girişinde kullandığı benzetme, uzun zamandır taslak halinde olan
ve bir türlü bitiremediğim bu yazı için hem ilham kaynağı hem de ateşleyici
oldu.
Bu son derece kapsamlı ve bir o kadar da dolu makalesinde Bowden,
insansız hava araçlarının (İHA) çıkış noktasını, içerdikleri temel
teknolojileri ve halen devam eden çeşitli teknolojik, hukuki ve siyasal
tartışmalardaki yerlerini oldukça yalın bir dille okuyucuya sunuyor.
Bowden, yazısına Davud (David) ve Calût’un (Goliath) efsanevi
düellosuna atıfta bulunarak başlıyor. Benim de taslağımın girizgâhı bu şekilde
idi. Ancak ben bu düelloyu, sadece İHA değil, daha geniş bir bağlam içinde
kullanmayı düşünüyorum. Çığır açmak ya da “gerçekleri göz önüne sermek” gibi
bir niyet ya da hevesim yok, sadece kafamın içindeki tilkilerden bir kısmını
kuyruğundan yakalayıp teşhir etmek, soruyu ya da sorunu maddeler halinde
özetlemek istiyorum, bulutlar ardında gizlenmiş olsa da.
Kahve stoğum taze olduğuna göre yakalayacağım tilki sayısı az
olmayabilir.
Prolog
Efsaneye göre, düşman ordusundan
bir cengaverin karşısına çıkması için sürekli meydan okuyan Filistin Kralı
Calût’la düello etmeye, İsrail Kralı Saul’un gözde savaşçılarından Davud çıkar.
Calût devasa cüssesi, parlak ve güçlü zırhı, mızrağı ve haşmetli kılıcı ile
korkutucu bir savaşçıdır. Davud ise çelimsiz, bırakın doğru dürüst bir zırhı,
silahı dahi olmayan bir delikanlıdır. Adil bir düello değildir bu.
Davud ufak tefektir, ama
çeviktir de. Ve yegâne silahı olan sapanı ustalıkla kullanabilmektedir. Sapanı
ile fırlattığı yuvarlak çakıl taşı Calût’un alnına (bazı kaynaklara göre kaval
kemiğine) isabet eder. Dev savaşçı kral öne düşer. İleri atılan Davud,
çevredekilerin hayretle yuvalarından fırlamış gözleri önünde Calût’un kafasını
keser. Efsane sönmüş, savaş bitmiştir.
Ama bu nasıl olur? Adil bir
düello değildir bu! Bir tarafta dev, muzaffer Calût, diğer tarafta sıska,
çelimsiz Davud. Nasıl olur da o canavar, tek bir çakıl taşı ile çöker?
Savaşın da sihri buradadır zaten. Eğer her iki taraf için de şartlar
eşit olsaydı o zaman bir sorun var demekti.
Davud, düellonun başında kazanmıştı zaten, çünkü:
1. Elindeki silahı ustaca kullanabiliyordu,
2. Hasmının zayıf taraflarını iyi biliyordu,
3. Hasmının hamlelerine karşı hızlı ve çevik şekilde hareket
edebiliyordu.
Davud’un bize verdiği bu dersin sayısız benzerleri ile doludur harp
tarihi. Zamandan, mekandan ve teknolojiden bağımsız olarak temel prensipler
bellidir: Kendini, düşmanını ve durumu iyi bilmek.
Kendini Bil
Delfi tapınağında yazan ve fiyakalı bir biçimde Latince “Temet nosce” şeklinde geçen bu zamanlar
ötesi öğüdü çok farklı şekillerde yorumlamak, ondan farklı dersler çıkarmak
mümkün. Bahsi geçen tapınağı bir pazarlamacı olarak ziyaret etmiş olsaydım
mesela, ürünümün rakiplerine göre avantaj ve dezavantajlarını iyi bilmem
gerektiğini düşünürdüm. Böylelikle piyasa konumlandırmamı daha sağlıklı biçimde
yapar, dezavantajlarımı halının altına usulca süpürürken avantajları
cilalayarak müşteriye sunardım. Bir otomobil yarışçısı olsaydım veyahut
aracımın motor ve şanzımanının hangi manevraları kaldırıp hangilerini
kaldıramayacağını iyi hesaplayabilir, viraj ve tümseklerdeki hız ve vites
geçişlerimi buna göre ayarlardım.
Bir komutan olarak o tapınağa gitmiş olsaydım eğer, emrimdeki
birliklerin ve silah, araç ve teçhizatımın kapasitesini, harbe hazırlık
durumunu iyi bilmem gerektiğini düşünürdüm. Manevra ve planlarımı buna göre
hazırlar, mevziimi buna göre alıp taarruzumu buna göre şekillendirirdim.
Çok basit ama belki tam da bu yüzden uygulaması çok zor bir prensip
“kendini bilmek”. Özkabiliyetlere tarafsız ve nesnel bir biçimde
bakılabilmesini gerektiriyor, içinde bol miktarda özeleştiri tavsiyesi de var.
Taktik, operatif ya da stratejik kabiliyetleri oluşturan her bir
unsurun sınırlarını ve neler yapabileceklerini bilmek, bu unsurları çok iyi
biçimde kullanabilmeyi sağlar. Daha açık bir ifade ile emrinizdeki 10 tane son
teknoloji ürünü savaş uçağını nasıl uçuracağınızı, nasıl kullanacağınızı ve
bunlara nasıl bakım yapacağınızı bilmiyorsanız 10 tane çok pahalı heykele
sahipsiniz demektir. 50 yıl önce belki silah sistemlerinin eğitimleri daha
kolaydı: hakim olunması gereken sistemler elektro-hidro-mekanik ya da sadece
mekanikti. Teorik eğitimin üzerine bir miktar pratik eğitim yeterli
olabiliyordu. Niceliğin kendisinin de nitelik olduğu dönemlerdi.
Ancak artık mikroelektronik – mekatronik silah sistemlerinin
çağındayız, nanoelektromekanik
sistemlerle tanışmak üzereyiz (hatta
belki bir sonraki nesilde de bu uzun terimin başına “genetik” kelimesi
eklenecek). Piyade silahından uçağa neredeyse tüm araç ve teçhizat
bilgisayar denetiminde; insan bu mekanizmanın idarecisi değil, parçası sanki.
Dolayısıyla pilot, şoför, nişancı ya da telsizci olsun, savaşalanındaki – daha
doğrusu savaşuzayındaki – bir askerin sadece asker değil, aynı zamanda mühendis
de olması gerekiyor.
Bu durum da, savaşçının eğitiminde yenilikçi ve hatta devrimci
uygulamaları gerektiriyor. 40 yıl önce bir taktik savaş uçağı tasarlarken bu
uçağı kullanacak pilotların eğitimi için çift kişilik bir türevini de üretmek
yeterliydi: Gövdedeki ufak bir tadilat ile eklenen ikinci kokpite oturan öğretmen
pilot, öğrencinin uçuş melekelerinin geliştirilmesi için yeterliydi, aynı
zamanda öğrencinin yapması muhtemel hatalara karşı da müdahale imkânı oluyordu.
Sistemi kullanmak için en iyi eğitim şekli, o sistemi bilfiil kullanmak idi,
hala da öyle. Ancak:
1. Bir sistemi tasarlamak,
geliştirmek, üretmek, kullanmak ve kullanılabilir durumda tutmak her geçen gün
daha da pahalı hale geliyor,
2. Soğuk Savaş bitti, savunma
bütçeleri daraldı. Devir tasarruf devri, mümkün olan en fazla işi en az sayıda
personelle ve en ucuza yapmak gerek.
İronik biçimde bu yaraların hem müsebbibi hem de merhemi, teknoloji
oldu.
Bilgisayar ve elektronik teknolojileri, gerçekliği daha “iyi” taklit
etme imkanı veriyor artık. Bu kabiliyete avuç içlerimizde, akıllı
telefonlarımızla bir süredir sahibiz. Ama “iyi” ne demek ve daha da önemlisi,
nasıl ölçülür?
Ne kadar gerçekçi taklit edebiliyorsa mesela, o kadar.
Taklit kelimesi, söz konusu eğitim ve talim ise eğer, daha sevimli ve
karizmatik bir şekilde, “simülasyon”
kavramına dönüşüyor. Simülasyon özünde, bir sistem ya da sürecin taklididir.
Taklit ne kadar gerçeğe yakınsa simülasyonun “sadakat” seviyesi (fidelity) o
kadar yüksektir.
Söz gelimi bir otomobilin sürüşünü simüle etmek istiyoruz. Otomobilin
hareketini iki boyutlu olarak, bir dikdörtgene iliştirilmiş iki dairenin
hareketi olarak tanımlayabiliriz (daha teknik ifadesi ile modelleyebiliriz).
Bu, sadakat seviyesi düşük olsa da, bir otomobil simülasyonu olacaktır: Dikdörtgen
şeklinde bir nesne, iki dairenin hareketi ile A noktasından B noktasına
gidecektir. Eğer amacımıza uygun ise, daha karmaşık bir matematik model ile
uğraşmak istemiyorsak işimizi görecektir.
Bu modelin sadakat seviyesini biraz daha yükseltelim: Dairelere birer
yay sabiti ekleyelim. Bunlar da süspansiyon modelimiz olsun; otomobil ileri
doğru hareket ederken düşey eksende sönümleme yapsınlar. Modelimiz gerçeğe
biraz daha yakınsadı. Yola tümsek ve çukurlar ekleyelim, böylelikle süspansiyon
modellerimiz harekete daha net etki etsinler. Gerçekçi bir otomobil sürüş
simülasyonu uygulamamız yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor.
Otomobilin ivmelenme ve fren kabiliyetlerini de matematik modelimize
ekleyelim. Böylelikle simülasyona konu aracımız bir Ferrari mi yoksa bir
kamyonet mi, ayırt edilebilsin. Ama bir sorun var, otomobil hala iki boyutta
hareket ediyor! Dikdörtgeni bir prizma haline getirelim, teker sayımız dört
olsun: Bir kutuyu hareket ettiren dört tane mükemmel daire ve bu dairelere
ilişik birer yayımız var.
Bu tarifimdeki her bir cümle, ilave hesaplama ve programlama yüküdür.
Simülasyona eklenebilecek kabiliyet ve özelliklerin sınırı yoktur: Kelebeğin
kanat çırpışının neden olacağı hava akımının fren performansına etkisini dahi
matematiksel olarak modelleyip simülasyona eklemek mümkündür. Ama: 1. Buna
gerek var mıdır? 2. İşlemci / hesaplama kabiliyetimiz bu kadar karmaşık bir
modelin altından kalkabilecek güçte midir?
Birinci Dünya Savaşı döneminde uçmakta olan bir savaş uçağı pilotunun,
denetim ve gözetim altında tutması gereken süreç ve işlevlerin sayısı 20 – 30
kadardı en fazla. Ancak günümüzde modern bir savaş uçağı pilotunun sırtındaki
yük o kadar fazla ki, hepsini tek başına idare etmesi mümkün değil. Nitekim
artık modern savaş uçakları, “fly
by wire” (telli uçuş) sistemi olmadan havada kalamıyor. Uçuş kontrol
bilgisayarı, uçağı havada dengede tutmak için gerekli düzeltme manevralarını
kendisi milisaniyeler bazında hesaplayıp uyguluyor, pilota gerek bile olmadan.
Tüm bunların üstüne taşınan çok sayıda farklı algılayıcı sistemlerin
toplayıp işledikleri verileri ekleyin, silah sistemleri, elektronik harp ve
iletişim sistemleri, hassas seyrüsefer sistemleri… Uçak, tank ya da başka bir
sistem: Modern savaşuzayının araçları birer “sistemler sistemi” haline
geldiler. Bu kadar karmaşıklaşan bir sistemi kullanacak personel ya da ekibin
eğitimi de, doğal olarak karmaşık hale geldi.
Savaş uçağı örneğinden devam edelim. Önümüzde önemli bir sorun var:
Modern bir savaş uçağının bir saatlik uçuş masrafı, yakıt hariç onbinlerce
dolar tutabiliyor (Batı yapımı en maliyet – etkin savaş uçaklarından olan
Gripen’de mesela, bu meblağ USD7,500 – 10,000 dolaylarında). Dolayısıyla bu
uçağı kullanacak pilotun eğitim kalitesine halel getirmeyecek ama bir yandan da
uçuş saatini önemli ölçüde düşürmeyi sağlayacak bir yardımcıya ihtiyacımız var.
Modern savaş uçağı pilotları, harbe hazırlık eğitimi almadan önce ortalama 200
– 300 saatlik bir eğitim alırlar, bunun üstüne bir o kadar daha harbe hazırlık
ve intibak eğitimi eklenmesi gerekir.
Bu pilotumuz, harp filosunda göreve başlayacağı zaman radar,
elektrooptik hedefleme sistemi, havadan havaya ve havadan yere güdümlü
mühimmat, klasik güdümsüz mühimmat, keşif, gözetleme, seyrüsefer ve temel harp
manevraları ile ilgili eğitim almış olmak durumunda. Yani başka bir deyişle,
bahsi geçen “yardımcı”mız, bu eğitimleri hakkıyla, gerçeğe mümkün olan en yakın
şekilde (yüksek sadakat seviyesinde) vermeli.
Burada devreye bilgisayar ve grafik teknolojileri giriyor. Şöyle bir
düşünün, 15 sene önce kişisel bilgisayarınızla oynayabildiğiniz oyunların
görsel kalitesi nasıldı? Bilgisayarınızın işlemci kapasitesi neydi? Çift
çekirdekli cep telefonları kullanıyoruz artık, şaka gibi, aynı işlemci kapasitesi
10 sene önce masaüstü bilgisayar boyutundaydı.
İşte bu sıçramanın çok daha büyüğü, askeri teknolojilerde yaşandı. Üst
üste dizili birkaç bilgisayar, bir ağ ortamında haberleşerek gerçek zamanlı bir
biçimde bir savaş uçağının tüm temel işlevlerini taklit edebiliyor. Pardon,
“simüle edebiliyor”. Bir savaş uçağını oluşturan tüm alt sistem ve bileşenlerin
çalışmaları ayrı bir simülasyon süreci olarak, gerçek zamanlı şekilde
koşturulabiliyor. Bunun üstüne, bilgisayar grafiği alanındaki en son gelişmelerin
de yardımıyla gerçekçi biçimde modellenmiş 3 boyutlu arazi, ortam ve nesnelerin
yer aldığı projeksiyon donanımını ekleyin. Görsel kaliteyi karşılaştırmak için
elinizde yeteri kadar done var aslında, PlayStation gibi.
Dahası, bir “simülasyonlar kümesi”, yani bir simülatör olan böyle bir
sistemi, diğer simülatörlerle değişik ağ mimarilerinde bağlamak mümkün.
Böylelikle mesela Etimesgut’taki bir tank simülatörü, sanal bir savaş ortamında
Erhac’taki uçak simülatörü ile birlikte savaşabiliyor. Dahası, bu sanal harp
oyununa, yapay zeka tarafından idare edilen başka unsurlar da katılabiliyor.
Hatta ve hatta, bu sanal harp oyununa, Gölcük açıklarında seyretmekte olan
gerçek bir firkateyn de dahil olabiliyor. Gerçek firkateynin gerçek radar
konsolundaki gerçek subay, gerçek ekranda gördüğü sanal hedefe sanal bir
güdümlü füze gönderebiliyor. Bu sanal füzeyi, simülatördeki gerçek pilot, radar
ekranında görebiliyor, birlikte kol uçuşu yaptığı yapay zeka tarafından idare
edilen sanal uçağa uyarı gönderebiliyor. Sanal uçak, sanal füzeden kaçınmayı
başarıp, gerçek radar operatörünü gerçekten kızdırabiliyor.
LVC
(Live – Virtual – Constructive; Gerçek – Sanal – Yapısal) simülasyon
dünyasına hoş geldiniz.
LVC, dünya çapında henüz doğum sancıları çeken bir uygulama. Ancak
helvayı yapmak için gerekli tüm malzemeler mevcut. Daha kısıtlı ölçekte
denemeleri başta ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye olmak üzere yapılmakta ve
gidişat kesinlikle bu yönde. Ama şu anki hali ile bile, simülasyon
teknolojileri eğitim masraf ve sürelerinden çok ciddi tasarruf etmeyi mümkün
kılmış durumda.
Eğitimin tamamını değilse bile önemli bir kısmını simülasyon
sistemleri ile vererek:
1. Gerçek hayatta uygulanması zor, maliyetli ya da riskli durumları
taklit (simüle!!!) etmek mümkün. Söz gelimi fırtınalı bir havada çamura batmış
bir tankın düşman ateşi altında nasıl kurtarılacağının eğitimi. Denemek isteyen
var mı?
2. Tüm eğitim bilgisayar ve ağ ortamında gerçekleştirilmekte olduğu
için, takip edilmesi, ölçülmesi ve ölçeklendirilmesi çok kolay. Bir öğrencinin
tamamen aynı ortam şartlarında aldığı kararları ve verdiği yanıtları kaydetmek,
tasniflendirmek, diğer öğrencilerle karşılaştırmak ve zaman içindeki değişimini
takip etmek mümkün. Böylelikle eğitim sürecinin daha nesnel, bilimsel ve
gelişime açık olması sağlanabiliyor.
3. İşletme ve idame masraflarından ciddi oranda tasarruf
sağlanabiliyor. Eğitim görevleri için ayrılan sistem, ön hat kullanımından ayrılmış
olacağı için harbe hazırlık seviyesi düşebiliyor. Öte yandan bu sistemin
kullanımı, bakımı ve sair giderleri ciddi maliyet kalemleri olabiliyor. Ancak
öte yandan simülasyon sistemini işler durumda tutmak üzere neredeyse tek
harcanan şey elektrik parası. Ve dahası 7 gün 24 saat çalıştırmak mümkün.
Tüm bunların üstüne işlemcilerin artan kabiliyetlerini ekleyin. F-22
Raptor ve F-35 Lightning II uçaklarının neden iki kişilik eğitim türevlerinin
olmadığı ortaya çıkar.
Simülasyon teknolojilerinin personel ya da ekibi idare edecekleri
sisteme hazırlamanın yanında, farklı durum ve kararlara etkili bir şekilde
hazırlayabilmek gibi bir artıları da var. Karşılaşılması muhtemel tehdit, risk
ya da çatışma koşullarının, gerçeğe mümkün olan en yakın şekilde simüle edilmesi,
bu durumlar altında hangi kararların hangi sonuçları doğurabileceğinin tespiti,
en iyi davranış ve karar yöntem ve dizgelerinin oluşturulması gibi süreçler
için de ideal birer ortam sunmaktalar. Aynı şekilde gerçekleşmiş bir durumun
analizi için de kullanılabiliyorlar. Örneğin bir konvoy pususu olayında,
bölgede bir İHA’nın ya da bir keşif helikopterinin bulunmasının sonuca nasıl
etki sağlayabileceğinin değerlendirilmesi gibi. Buradan da simülasyon
teknolojilerinin sadece eğitim değil, karar destek unsuru olarak da
kullanılmasının önü açılıyor. İhtiyaç tanımlama, ihtiyaç belirleme, ihtiyacın
niteliklerini saptama ve sonrasında proje ve tedarik yönetimi gibi süreçlerde
analitik bir araç olarak kullanılabiliyorlar.
Özetle simülasyon teknolojileri:
1. Personele, kullanacağı sistemi ya da idare edeceği birliği
tanıtıyor, zaaf ve avantajlarını nesnel bir biçimde tespit etme imkanı
sağlıyor,
2. Personeli, kullanacağı sistemle ilgili her türlü uç durum ve koşula
hazırlıyor, kendi sınırlarını ve sistemin sınırlarını sınamasına imkân veriyor,
3. Karar alıcıların, ihtiyaçlarını somut ve nesnel bir biçimde tespit
etmelerini mümkün kılıyor; açıkları, eksikleri ve boşlukları gösteriyor.
“Kendini bilmek” için daha iyi bir yöntem düşünemiyorum.
Düşmanını Bil
Sir Basil Liddel Hart, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusuna komuta
etmiş generallerle yaptığı söyleşiler sonucu ortaya çıkardığı ve Kastaş
Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan “The Other Side of the Hill” adlı eserinin önsözünde, İrlandalı
devlet adamı John
Wilson Croker’ın “Mektuplar ve Günlükler” adlı eserine atıfta bulunur.
Aktardığına göre Croker ve Wellington
Dükü Arthur Wellesley, birlikte yaptıkları gezilerde, önlerine çıkan
tepelerin ardında ne tür bir arazi ile karşılaşacaklarını tahmin etmeye
çalışırlar. Wellington her seferinde tepenin ardındaki arazi yapısını doğru
biçimde tahmin eder. Bu duruma hayret eden Croker’ın aldığı yanıt “tüm hayatımı tepenin öbür yanında ne
olduğunu tahmin etmeye çalıştım” olur.
Tepenin öbür yanını bilmek, “kafadan sallamak” ile mümkün değildir.
Tepenin öbür yanını görebilmek için öncelikle tepenin bu tarafını iyi bilmek
gerekir. Dolayısıyla hasmın durum, tutum ve davranışlarını bilmek ve öngörmek,
kendini bilmekten geçer.
Davud, Calût’a taşı atarken sadece kendi kabiliyet ve zaaflarının
farkında değildi. Hangi özelliğinin Calût’un hangi dezavantajına galip geleceğini,
hangi özelliğinin ise Calût karşısında etkisiz olacağını biliyordu. Bu yüzden
Calût’un suratına yumruk atmaya çalışmadı, onun zırhının zayıf olduğu yere çok
iyi kullanabildiği sapan ile uzaktan taş atmayı tercih etti.
Resim yavaş yavaş netleşiyor ve asırlardır aşikâr olan şey tekrar
gösteriyor kendini. Bilmek ve bilgiye sahip olmak en büyük caydırıcılıktır.
Planlama, karar destek ve eğitim süreçlerinin çehresini bu kadar
muazzam bir şekilde değiştiren teknolojinin, gözetleme, keşif ve bilgi toplama
işlevlerine de el atmamış olması mümkün değildi. Enerjinin değişik hal ve
tayflarını kullanan algılayıcıların menzilleri, kabiliyet ve zekaları arttı.
Elektrooptik ya da elektromanyetik algılayıcılar ile uzay da dahil olmak üzere
her ortamda haritalama, hareket eden nesneleri tespit ve takip etme, bir
stadyum dolusu insanın arasında belirli bir yüzü seçme gibi şeyler yapılabiliyor.
Bunlara ilaveten elektronik istihbarat sistemleri ile mahalle, bölge ya da ülke
ölçeğindeki bir alandaki her türlü iletişimi kesmek, karıştırmak ya da sadece
izlemek mümkün.
Düşmanı bilmek ya da tepenin ardını tahmin etmek için çok uzun
mesafelerden gerçek zamanlı, kesin ve net bilgiler toplanabiliyor. Bu hem büyük
bir kabiliyet artışı hem de sorunun kendisi. Çünkü bu, birim zamanda muazzam
bir bilgi akışına neden oluyor hem de bir avantaja (ya da silaha) dönüşmesi
daha da zorlaşıyor.
Birim zamanda akan bilgi akışı ile başetmek “durumu bilmek” ile ilgili
ve özünde bir muhakeme yeteneğinin mevcudiyetini gerektiriyor. Dolayısıyla bu,
bir sonraki maddenin konusu. Ancak bilgi akışının debisindeki artış ile
başetmek, düşmanı bilmenin esas anahtarı. Çünkü düşman hakkında toplanan bilgi
ancak, düşman bu durumdan ne kadar az haberdar ise bir silah niteliği taşır.
Robot dostlarımız burada bize yeni imkânlar sunmakta.
İnsansız hava araçlarını (İHA) özel kılan şey içerdikleri teknoloji
değil. Bowden’ın da makalesinde işaret ettiği üzere aslında İHA’lar çok büyük
devrimsel teknolojiler içermiyorlar. Kullandıkları algılayıcı sistemler üç
aşağı beş yukarı zaten insanlı araçlarda kullanılmaktaydılar. Uydu iletişim ve
veri bağı (datalink) sistemleri prensip olarak çok uzun süredir televizyon ve
telekomünikasyon şirketleri tarafından zaten kullanılıyordu. Motorları bir
pikap motorundan daha gelişmiş değil ya da gövde olarak cam elyaf malzemeden
mamul bir planörden çok daha fazlası değiller.
İHA’ları özel kılan şey, halihazırda var olan teknolojileri yenilikçi
bir şekilde bir araya getirmeleri, varolan ve giderek büyüyen bir ihtiyaca
etkili bir şekilde yanıt verebilmeleridir. İnovasyon da zaten böyle bir
şey değil midir?
İHA’yı bir nevi deus ex machina
haline getiren, kullanana verdiği rakipsizlik halidir. Hedef, farkına bile
varmadan saatler hatta günler boyunca takip edilebilir. İHA üzerindeki farklı
algılayıcılar sadece hedefin hareketlerini takip etmekle kalmaz, diğer veri
kaynakları ile birleştirilerek ortaya çok daha geniş ve çok katmanlı bir
istihbarat resmi çıkmasını da sağlayabilir. Dolayısıyla düşman, onun hakkında
ne kadar bilgiye erişildiğini bilemez. Burada bilginin bir silaha dönüşmesinde
hayati derecede rol oynarlar.
Sundukları bu olanak, İHA’ların avuç içi boyutlarından 48 saat havada
kalabilen iş jeti büyüklüğünde olanlarına kadar çok çeşitli tiplerinin
geliştirilmesine de yol açtı elbet. Bir bölük seviyesindeki birliğin sütre
gerisi ya da iki sokak ilerisindeki düşman yerleşimi hakkında bilgi toplama
ihtiyacından tutun, stratejik öneme sahip bir su yolundaki tüm deniz trafiğinin
izlenmesine kadar. Amaç aynıdır, bilgi toplamak.
İHA’lar bilgiyi toplarken belli başlı algılayıcı tiplerinden üç
tanesini kullanırlar: Elektrooptik kameralar, radarlar ve elektronik istihbarat
(ELINT / SIGINT) sistemleri. Elektrooptik kamera sistemleri genelde gündüz ve
gece görüş kameraları ve ısıl (termal) görüş sistemlerinden oluşur. Görüntüyü
farklı tayflarda algılar ve ilave bilgilerle (konum, yönelim, irtifa vb)
sunarlar. Bu kameraların sunduğu görüntü kalitesini tahmin etmek zor değil;
evlerimizdeki fotoğraf makinaları ve cep telefonlarının kamera kalitesini
düşünmek yeterli ipucu sağlayacaktır. Radar sistemleri ise, özellikle sentetik
açıklıklı radarlar ile 3 boyutlu haritalandırma ve hareketli hedef tespiti
dahil oldukça egzotik kabiliyetlere sahiptir. Belli bir bölgenin yükseklik
verisinin çıkartılması, belli bir bölgedeki hareketliliğin tespiti vb gibi
amaçlarla kullanılabilirler. ELINT / SIGINT sistemleri ise elektromanyetik her
türlü yayını tespit edip sınıflandırıp bildirebilirler. Düşmanın
konuşlandırdığı yeni bir tip radarın tespiti, iki hedef arasındaki cep telefonu
görüşmesinin izlenmesi gibi istihbari işlevlerde kullanılabilirler.
Dolayısıyla, söz gelimi havada 24 saat kalma kabiliyetine sahip bir
İHA, üzerinde uçtuğu bölge hakkında birim zamanda yüklüce bir veri toplayabilen
bir unsurdur.
Uçan robotların bu erişilmezlikleri ve sundukları kudret, aynı zamanda
lanetleri de. Özellikle onları kullananlar için. Eski
bir yazımda anlattığım öykünün kahramanına bakalım mesela:
Sabah 0830... Mesainiz başlıyor.
Komutanınızdan brifinginizi alıyor, sıcaklığı klimalarla sabit tutulan hafif
serin "ofisinize", elinizde kahveniz, koltuğunuzun altında rapor ve
talimnamelerle yollanıyorsunuz. Minderli, rahat operatör koltuğunuza oturup
vardiyayı devralıyorsunuz. Kumanda ettiğiniz İHA, yaklaşık 5 saattir uçmakta,
oturduğunuz koltuktan birkaç yüz km öteden önünüzdeki ekranlara kızılaltı, elektromanyetik
ve görünür tayfta veri basmakta. Altınızdaki yolları, dağları, patikaları
inceliyor, şüpheli gördüğünüz araç ve şahıslara zoom yapıyorsunuz.
Kısa süre sonra uçtuğunuz
(uçtuğunuz? siz mi uçuyorsunuz ki aslında?) bölgenin yakınlarındaki bir dost birliğe
saldırı düzenlendiği haberi geliyor. İHA'yı o bölgeye yönlendiriyorsunuz.
Arkadaşlarınız ile düşman askerleri neredeyse göğüs göğüse çatışmaya girmişler.
Kameralarınız birbiri ardına ateşlenen tüfek, roket ve bombaların parlamalarını
olanca sevimliliği ile sunuyor size. Ekranda bir insan figürünün koşarak bir
mevziye girdiğini, o mevzideki diğer insan figürünü muhtemelen süngü ile
deştiğini görüyorsunuz. Beriki mevzideki boğuşmayı, yakındaki şiddetli bir
patlama beraberlikle nihayetlendiriyor. Neden sonra gelen emirle İHA'yı,
çatışma bölgesinin yakınlarındaki bir patikaya yönlendiriyorsunuz: Düşmana
takviyeye gelen birliklere saldıracaksınız. Eğilmiş şekilde yürüyen insan
figürlerini görüyorsunuz, yanlarında silahlar ve çantaları var, muhtemelen cephane
ve sıhhi malzeme dolu. Ekranın ortasındaki artıkılı grubun üzerine
getiriyorsunuz, sağ elinizdeki joystick üzerindeki minik kapağı parmak devinimi
ile açıyorsunuz, açığa çıkan kırmızı düğmeye iki kere basıyorsunuz. Kamerada
ufak bir sarsıntı oluyor; salınan lazer güdümlü bombadan kurtulan İHA'nın
rahatlaması bu. Kamera ile takibe devam ediyorsunuz sızmaya gelen grubu, bir
süre sonra ekranda sevimli iki patlama görüyorsunuz, parlamaların şiddetinden
kızılaltı tayfta görüntü veren ekranda telaşlı bir şaşkınlık oluşuyor sanki,
körleşiyor bir an elektrooptik gözleriniz... Toz ve duman kümesi aralanınca
geride yüksek çözünürlüklü vücut parçaları görüyorsunuz, birkaç tane de sürünen
insan figürü.
Derken omzunuzda bir el
hissediyorsunuz. Mesainiz bitmiş. Arkadaşınız vardiyayı devralmaya gelmiş.
Ekran başındayken içtiğiniz dördüncü kahvenin buz gibi olmuş son yudumunu çekip
kalkıyorsunuz. Komutanınıza brifinginizi veriyorsunuz. Arabanıza biniyorsunuz -
o ne! Benzininiz bitmek üzere. Kızı okuldan almak lazım, karnabahar sipariş
etmişti hanım. Yanında köfte de yapar mı acaba? Trafik açık çok şükür, 15
dakikada evdesiniz. Akşam televizyonda maçı seyrederken uyuyakalacaksınız,
dünkü ve önceki günkü gibi. Nasıl olsa geceleri fazla uyuyamıyorsunuz artık...
Haberlerde sizin birkaç yüz km öteden müdahil olduğunuz kanlı çatışma ile
ilgili görüntüleri kaçırdınız bu arada...
Fiziksel olarak müdahil olunmayan savaşın vahşetini psikolojik boyutta
yaşayacak olan bu pilotlar, daha doğrusu operatörler nasıl bir yükle karşı
karşıyalar? Bu askerler savaşçı olarak nitelendirilebilir mi? Bu askerlerin
karşı karşıya oldukları psikolojik yük, onlar için bir teşvik ve ödüllendirme
mekanizması kurulmasına cevaz verir mi? Bu son soru mesela, kısa süre önce
ABD’de yoğun
tartışmalara ve özellikle savaş gazilerinin sert tepkilerine neden olmuştu.
İHA’lar sadece savaşuzayının koşullarını değiştirmekle kalmadılar yani; birçok
sosyal ve hukuki sorunu da beraberlerinde getirdiler.
Bu sorunlardan bir diğeri de ulusal ve uluslararası hukuk ve etik
normları.
İHA’nın “şoför koltuğundaki” operatör, bir bakıma erişilmez bir
kudrete sahip. Özellikle eğer silahlı bir İHA’ya kumanda ediyorsa bu sorumluluk
ve güç de katlanarak artıyor. Dolayısıyla uçtuğu görev bir infaz sortisi haline
de gelebiliyor. Bu durumda da, hedefteki şahıs ya da grubun imha edilmesinin
gerekliliğinin nasıl belirleneceği gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Bu önemli,
zira İHA’lar, yapıları gereği ağırlıklı olarak kendilerine tehdit olmayan hava
sahaları içinde uçuyorlar; düşman
hava savunmasının ya da savaş uçağı mevcudiyetinin olduğu durumlarda havada
kalmaları pek kolay değil.
Söz gelimi Pakistan hava sahasında uçmakta olan bir MQ-9 Reaper
İHA’sının tespit ettiği bir El Kaide militanının, öldürülmesi gerektiğine kim,
nasıl karar verecek? Bu şahsın öldürülmesinin kısa ve uzun dönem politik,
siyasi ve askeri sonuçları ne olacak? Bu kişi meşru bir savaş içindeki meşru
bir hedef midir yoksa yakalanıp yargılanması gereken bir suçlu mu? Yabancı ülke
topraklarında düzenlenecek böyle bir suikast operasyonunun ulusal çıkarlar
doğrultusunda gerekliliği nasıl bir karar alma mekanizması sonucu tespit
edilecek? Bu karar alma mekanizmasına, dost / müttefik ülkenin ilgili kurumları
dahil edilecek mi ya da ne derece dahil olacaklar? Söz konusu operasyon “tali
hasara” (collateral damage) neden
olup sivil can ve mal kaybı ortaya çıkarsa sorumlu kim olacak, nasıl bir
tazminat süreci işleyecek? Bunlar muhtemelen en basit sorular konuyla ilgili.
Konunun askeri – teknik açıdan bir başka boyutu da var, değindiğim
gibi. Halen görevdeki İHA’lar, güvenliği sağlanmış ve tehditten arındırılmış
hava sahalarında (uncontested airspace)
uçuyorlar. Afganistan, Irak, Libya, Somali, Yemen gibi ülkeler üzerinde uçmak
çok büyük problem değildi. Ancak hava savunma mekanizması işler durumda olan
bir hasıma karşı işin rengi değişecektir. Orta halli bir hava savunma sistemi
ya da doğru yönlendirilmiş bir avcı uçağı ve hatta bazı durumlarda silahlı bir
helikopter bile bir İHA’yı kolaylıkla düşürebilir. Dolayısıyla İHA’nın uçacağı
bölgede hava hakimiyetinin sağlanması ya da en azından tehditlerin ona
ulaşmadan bertaraf edilmesi gerekir. Bu da İHA’nın en önemli silahı olan
gizlilik avantajına karşı bir risk teşkil eder. Bunun bir çaresi, İHA’yı
kendini koruyabilecek ve / veya düşman algılayıcılarından sakınabilecek şekilde
tasarlamak olabilir. Pahalı, zahmetli ve zor bir yöntem olur bu. İHA’ların
çıkış amacı neydi bu arada? Personelin hayatını riske atmamak ve insanlı
platformlara kıyasla çok daha uzun süre kesintisiz keşif / gözetleme (persistent surveillance) yapabilmek
listenin ilk iki sırasındaydı. Ama öyle görünüyor ki İHA’lar, geliştirme ve
kullanım giderleri açısından insanlı akranlarını yakalamak üzereler.
İHA’nın kendini koruyabilmesi bir konu, ama bu araçların gerçekten
anlamlı bir kuvvet çarpanı olabilmesi için stratejik bir mimari içinde
kurgulanmaları gerekli. Yani bir bölge üzerinde bir İHA uçurmak ile o hedefi
“BBG evi” gibi gözetleme imkanına kavuşmuş olmuyorsunuz. ABD havacılık
çevrelerinde yaygın kullanılan tabiri ile “gazoz pipeti” ile arama yapmaktan
çok fazla bir farkı yok. Çünkü sonunda İHA’ların en temel sensörü bir kamera.
Bu açıdan bakıldığında da, televizyon kanallarının kamera monteli canlı yayın
helikopterlerinden çok fazla bir farkları kalmıyor. Uçarken belli bir patern
boyunca sürekli tarama yapmanız ve şanslıysanız bulduğunuz hedefi takip
edebilmeniz lazım. Bu takip esnasında da doğal olarak üzerinde uçtuğunuz
bölgedeki diğer tehdit ve hedefleri de kaçırıyor olacaksınız.
Bunun çaresi, İHA’ları
belli bir konsept ve strateji dahilinde yönetmek. Uçacakları yörüngelerin
ve bölgelerin dikkatli şekilde analiz edilmesi, iç içe geçmiş kapsama
alanlarının oluşturulması, İHA manevra yaparken ya da hava şartları nedeniyle görüşte
veya kapsama alanında zafiyet oluşacaksa bunun önceden kestirilebilmesi
gerekli. Buna göre de her bir görevin titizlikle planlanması lazım. Bu, klasik
taktik keşif görevlerinin planlanmasından biraz daha farklı bir süreci
gerektiriyor, zira görevi icra edecek uçaklar o bölgede 10, 12 belki 24 saat
uçacaklar.
Yeni geliştirilen bir başka çözüm yolu da İHA’nın taşıdığı sensörlerin
sayısını artırmak, çeşitlendirmek. Geniş
bir alanı panoramik olarak tarayabilen Gorgon Stare böyle bir sistem
örneğin. Prensip – yine – çok devrimsel değil, özünde yan yana monte edilmiş
çok sayıda kameradan oluşuyor. Esas sihri ise, içinde, içindeki yazılımda. Çok
geniş bir alanda aynı anda farklı sektörlerde otomatik arama / tarama
yapabiliyor, görüntü eşleştirme (image recognition) kabiliyeti ile belirlenen
bir hedefi kendisi seçip takip edebiliyor ve kim bilir daha neler.
Kolayca tahmin edilebileceği gibi, İHA’nın “görmesi” tek başına çok
fazla anlam ifade etmiyor. Elde edilen görüntünün anlam kazanması için
işlenmesi, kıymetlendirilmesi, süzgeçten geçirilmesi gerekli. Bunun için de bir
sinir sistemi var olmalı. Eğer İHA aldığı görüntüyü sadece yerdeki kontrol
istasyonuna aktarıyorsa, bu çok büyük bir önem taşımaz. Zira İHA’nın elde
ettiği verinin toplanma, işlenme ve kıymetlendirilme kapasitesi sadece o yer
istasyonunun kendi gücü ve imkânları ile sınırlı olacaktır.
Dolayısıyla İHA, bir sinir sistemine bağlı bir duyu organı gibi
kurgulanmalı. Aldığı veriyi sadece yer istasyonu ile değil, doğrudan veya
dolaylı şekilde diğer ilgili birimlerle de paylaşabilmeli. Ama nasıl? Dünyamız
yuvarlak, atmosferi var, arazi engebeleri var, elektronik harp uygulayabilecek
düşmanlarla dolu. İHA, elde ettiği bilgiyi nasıl paylaşacak?
Bunun iki yolu var. Ya doğrudan yer kontrol istasyonuna aktaracak
(Line of Sight; LoS) ve bilgi oradan dağıtıma sokulacak; ya da uydu muhabere
sistemleri ile (SATCOM) çok uzak mesafelere gönderilecek. LoS iletişimi görece
daha güvenli gibi, zira İHA ve yer kontrol istasyonu arasında tek bir kriptolu,
güvenli veri bağı mevcut. Arada aracılar ya da başka anten, araç – gereç yok.
İletişime sızmak daha zor. Ancak bu yöntemin dezavantajı, İHA’nın çift yönlü
iletişim kurabileceği mesafenin sınırlı olması. Atmosfer koşulları, sinyal gücü
vb nedenlerle en fazla 200 – 250km mesafelere kadar LoS bağı kurulabiliyor.
Yerel amaçlarla ya da taktik seviyelerde kullanılacak İHA’lar için çok büyük
bir sorun değil ancak uzak mesafelerde uzun süre havada kalacak bir sistem için
yetersiz kalacağı ortada.
SATCOM çözümü, uzun süre havada kalan İHA’lar için neredeyse
standartlaşmış çözüm. Dünya yörüngesindeki bir iletişim uydusu, telsiz röle
istasyonu görevi görüyor. Bu uydu, yörüngesinin özellikleri gereği birbirinden
yüzlerce, hatta belki binlerce km mesafedeki yer istasyon(lar)ı ve İHA’yı aynı
anda görebildiği için ikisi arasındaki iletişimi de kurabiliyor. Çok uzaklardan
operasyon yürütmek için en iyi yöntem ama iki dezavantajı var: 1. Uzak
mesafelerden sinyal iletimi için harcanacak süre (canlı TV yayınlarından
hatırlayın) bazen kritik olabiliyor, 2. Düşmanın elektronik harp sistem ve
teknikleri gelişmiş ise eğer, araya girip karıştırma ve bozma uygulanabiliyor.
Sinyal iletimindeki gecikme (latency)
gözetleme görevi için çok büyük mahsur olmayabilir ama söz gelimi iniş ve
kalkış gibi kritik aşamalarda risk büyüyebiliyor. Bu nedenle SATCOM ile idare
edilen İHA’larda çoğu zaman iniş ve kalkış görevlerini, pistteki seyyar yer
kontrol istasyonları devralıyor; görevin geri kalanı binlerce km öteden idare
ediliyor.
İkisinin arasındaki bir çözüm ise, yer kontrol istasyonunu tamamen seyyar
hale getirip, İHA’nın görev yapacağı bölgenin yeteri kadar yakınına kurmak,
buradan da istasyonun telsiz ya da telli altyapı ile diğer unsur ve merkezlerle
iletişimini sağlama. Sinyal gecikmesi burada da devreye girebiliyor ancak
görevle ilgili tüm zaman-hassas işlemler LoS mesafesindeki istasyon tarafından
yapılacağı için mahsuru görece az. Bu tür bir çözüm, denizaşırı görevler için
her zaman en ideali olmayabilir, zira İHA’nın görev yapacağı bölgenin 200 –
250km civarında dost ve müttefik bir üs bulmak ve buraya konuşlanmak her zaman
kolay olmayacaktır. Burada da bu tür görevlerin uluslararası ilişkiler ve diploması
boyutu öne çıkıyor.
19’ncu yüzyılda zırhlı savaş gemileri ülkelerin en önemli
asker-diplomatlarıydı ama görünen o ki 21’nci yüzyılda İHA’lar bu görevi
devralacak.
Bu kadar güzellemenin ardından İHA’ların
tek başlarına çare olmadıklarını ve muhtemelen çok uzun bir süre de tek
çare olmayacaklarını iddia etmek abes kaçabilir. Ama durum bu.
Nedendir bilinmez, ABD’nin “JSF (Joint Strike Fighter; Müşterek
Taarruz Uçağı) projesi, insanlı son savaş uçağı olacak, ondan sonraki nesil
tamamen insansız savaş uçaklarının olacak” iddiası, bu projeye katılan
müttefikler içinde en çok Türkiye’de büyük bir taraftar kitlesi buldu kendine.
ABD bu söylem ve iddiasını resmî olarak terk edeli çok uzun zaman oldu. Yerine
konsept ve vizyonunu insanlı ve insansız sistemlerin birbirini tamamlaması
üzerine kurdu. Bunun sebebi öncelikle, yapay zeka ve algılayıcı
teknolojilerinin savaşuzayında robotların hakim olmasını görünür gelecekte mümkün
kılacak kapasitede ve hızla gelişmemesi. Daha doğrusu, mevcut ivme ile
ihtiyaçlara uzun süre tam yanıt verilmesinin olanaksızlığı.
İHA’ları, “her şeyi gören ve bilen” insansız uçaklar olarak görmek
isabetli değil. Anlaşılacağı üzere bu sistemler ancak ve ancak, bir mimari
içinde, diğer unsurlarla eşgüdümlü olarak kullanılırlarsa işe yarıyorlar. Yani
başka bir deyişle İHA’nın tek başına bilgi toplaması ve bunu iletmesi yeterli
değil. Bu bilginin başka kaynaklardan gelen bilgilerle desteklenmesi ve ortaya
müşterek bir resmin çıkartılması gerekiyor.
Özellikle muharebe ortamında ya da düşman tehdidinin bulunduğu
durumlarda İHA’ları ön safta göndermek akıllıca değil. Dahası bu uçakların
henüz yetemediği performans ve muharebe yeteneklerinin kullanılması gereken
görev ve durumlar da mevcut. Bu yüzden insanlı platformlar hala varlıklarını
sürdürüyorlar. Bir iş jeti ya da turboprop motorlu hafif bir yolcu uçağına
takılacak birkaç iletişim ve keşif / gözetleme sistemi, gayet ucuz bir
istihbarat unsuru elde etmenizi sağlıyor. Bu uçakların bir başka artısı da,
gövdelerinin ve faydalı yük (payload) taşıma kapasitelerinin İHA’lara göre çok daha
fazla olması. Bir sistemi kolayca başka biri ile değiştirebiliyor, uçağı farklı
görevlere uyarlayabiliyorsunuz. Beechcraft King Air 350 modelinde bu konsept
uygulandı ve Irak ve Afganistan’daki başarılarının ardından muazzam bir satış
grafiği yakaladı.
Ancak bu sistemlerin de kendilerine göre mahsurları var. Öncelikle
üzerlerinde taşıdıkları sistemleri, o uçakla birlikte uçan operatörler
kullanıyor. Dolayısıyla sistemin bir bütün olarak etkinliği ve verimliliği,
havada birkaç bin metre irtifadaki küçük bir kabinde ve bir pilot koltuğunda 6,
8 ya da 10 saat oturup önündeki monitörlere bakarak iş yapan bir subayın
verimliliğine bağlı. Sistemleri çok daha büyük uçaklara monte etmek bir çözüm,
mürettebatın dönüşümlü görev yapmasına, yorulan personelin kestirmesini
sağlayacak imkânlara sahip büyük bir yolcu ya da nakliye uçağı gövdesi de
kullanılabilir. Ama burada da böyle büyük bir gövdeyi tedarik etmenin ve onu
tadil etmenin maliyet ve külfetinin, elde edilecek sonuca değip değmeyeceği
sorusu / sorunu devreye giriyor. Sensör ve iletişim sistemleri ile donatılmış
bir C-130’u taktik keşif / gözetleme görevine atamak pek akıllıca olmaz.
Amaç – araç uyumu dengesini iyi kurabilmek gerek.
Yükselen bir başka trend ise, “swing role” konsepti. Yine hava
kuvvetleri kökenli, ancak temel felsefe kara ve deniz muharebelerine de
uyarlanabilecek nitelikte. Burada esas felsefe, sistemin değişik tipteki
görevlere kolayca, ilave işgücü ya da maliyet gerektirmeden uyarlanabilmesi.
Bir savaş uçağının bombardıman görevi ile kalkıp, anlık değişen koşullara göre
keşif / gözetleme görevi üstlenebilmesi gibi. Sonuçta algılayıcı sistem taşıyan
her araç aynı zamanda keşif de yapabilir. Keşif yapmak 21’nci yüzyılın
savaşuzayı için yeterli değil; yapılan keşfi diğer dost unsurlarla da
paylaşabilmek gerekli. Dolayısıyla güvenli veri bağı (datalink) sistemleri ile donatılmaları şart.
İnsanlı ve insansız hava, kara ve deniz araçları arasındaki böyle bir
kompleks veri bağları bütünü aslında bir çeşit sinir sistemi teşkil ediyor.
Gövdenin her bir uç noktası aynı zamanda bir duyu organı gibi çalışabiliyor.
Bir firkateyn, üzerinde taşıdığı radar ve elektronik istihbarat sistemleri ile
havadaki bir taktik savaş uçağına hedef bilgisi paslayabilir. Uçak, radarını
bile açmadan önündeki birkaç yüz km’lik alandaki taktik durumu net bir şekilde
görebilir, bu bilgiyi kolunda uçan diğer uçaklarla paylaşabilir. Bu hedeflerden
en önemli tehdide karşı ateşleyeceği füzeyi uçuş aşamasında karadaki bir özel
kuvvet timi güdümleyebilir. Keşif timi, bu esnada bölgede uçan İHA’nın kamerasının
kontrolünü devralarak içinde bulundukları araziye kuşbakışı bir şekilde
bakabilirler. Bu sırada da hedefine varmış olan füze, güdüm kontrol
sistemindeki görüntü eşleştirme kabiliyeti ile hedefini en uygun açıdan vuracak
şekilde düzeltme manevraları yapıyor olabilir.
Tüm bu tantana, düşmanın durumunu farklı açılardan, farklı gözlerden,
farklı kulaklardan elde edilen bilgilerin paylaşılmasıyla oluşturulan yekpâre
bir bilinç, yekpare bir resim ile mümkün. Bu kabiliyete ancak insanlı ve
insansız sistemlerin birbiri ile uyum içinde çalıştığı mekanizmalar
erişebilecek.
İnsanlı – insansız karma orduların çağı geliyor. Siviller olarak
gündelik hayatımızda bu konsepte gayet alışığız aslında: Cep telefonumuza
konuşarak yazdıracağımız mesajı dikte ettirebiliyoruz, çektiğimiz fotoğrafı
Facebook’ta paylaşırken, telefonumuzda bile kurulu olmayan bir yazılım binlerce
km ötedeki sunucu üzerinde çalışarak fotoğraf üzerindeki arkadaşlarımızın
yüzlerini tanıyıp onları etiketlendirebiliyor. Ya da aşırı hız yaptığımızı
tespit eden kamera, plakamızı otomatik olarak okuyup, sistemde kayıtlı
adresimize e-posta ile trafik ceza makbuzunu gönderiyor, biz de ödüyoruz. İnsan
ile makina zaten iç içe girmiş durumda.
Bu iç içelik, bilgi toplaması konusunda da orduların gündemine
giriyor. Aslında bu açıdan bakıldığında rollerin değişmiş olduğu iddia
edilebilir: Geçen yüzyılda teknolojinin öncüsü ordulardı: Savunma teknolojilerinin
yan ürünleri ya da türevleri sivil kullanıma sunulurdu. Şimdi pilotlar
etkileşimli harita uygulaması için kokpite iPad alıyor, yerdeki birlikler acil
atış desteği gerektiğinde birbirlerini iPhone ile arıyor, mini İHA operatörleri
için, sivil hayattan aşina oldukları PlayStation kumanda konsolları
kullanılıyor vb. Sivil
ve askeri teknolojiler arasındaki sınırlar belirsizleşiyor. Yöntem ve
teknolojilerin sayı ve çeşidi artıyor ama amaç aynı:
Düşmanı bilmek.
Durumu bil
Davud, Calût’a taşı atarken en uygun anı kolluyordu. Calût’un ileri
doğru hamle yaptığı ve gardının düştüğü anı bekledi sapanını kullanmak için. Taşı,
karşısındaki devi görür görmez atmadı. En uygun anda, belki de tek fırsat
anında attı. Kendini biliyordu, düşmanını biliyordu, zamana ve duruma da
hakimdi.
Durumsal
farkındalık (situational awareness)
olarak kavramsallaştırılan bir hal bu. Duruma ve koşullara bilgi aracılığı ile
hakim olmak, özünde bir muhakeme yetisini barındırıyor. Başka bir deyişle çok
farklı kaynaklardan akan ve hatta yağan bilgileri değerlendirme, anlamlı hale
getirme ve bunlardan büyük manzarayı çıkartabilme yeteneği de denebilir.
Legolarla oynamak gibi; bütünü bileşenlerine ayırmak ve bileşenlerden
bütüne ulaşmak.
Çoğu yerde ICT (Information and Communication Technologies) olarak geçen
iletişim ve bilişim teknolojileri, savaşuzayındaki her bir unsurun birbirine
çok sayıda farklı kanalla bağlanmasını sağladı. Bir ordunun ya da bir birliğin,
birbirine telli ve telsiz ağlarla bağlandığı bir yapı artık söz konusu. Bu
yapının omurgasını teşkil eden iletişim ağları, birim zamanda akan milyarca
veriyi taşıyabiliyor: Dost ve düşman birliklerin konumu, hareketleri, hava ve
ortam koşulları, sistemlerin harbe hazırlık seviyeleri, arıza ve hasar durumları
vs.
Çok da uzak olmayan bir gelecekte, en ön saftaki piyadeden
gökyüzündeki savaş uçağına, denizaltıdan tanka bir ordunun her bir “unsur”unun
bir IP numarası olabilir. Bu IP tabanlı mimari ile birbirine bağlanan asker,
araç ve sistemler, topladıkları bilgileri çok çeşitli kanallarla
paylaşabilirler. Bu bilgiler, çeşitli düğüm noktalarında toplanıp derlenebilir,
analiz ve kıymetlendirmeye tabi tutularak dağıtılabilirler. Sonuçta da her bir
unsur seviye ve görevine göre ihtiyaç duyacağı bilgiye, gerçek ya da gerçeğe
yakın zamanlı olarak erişebilir.
Böylesine bir sinir sistemi ile beslenen mekanizma, gelişen yapay
zeka, simülasyon
ve bilişim teknolojilerinin de yardımıyla, gerçek zamanlı karar destek
sistemleri ile de takviye edilebilir. Söz gelimi sınır hattında bir üs
bölgesine düzenlenecek operasyon için en uygun birliklerin ve harekât usûl ve
tarzının seçilmesi, bu birliklerin hangi istihbarat ve elektronik harp
unsurları ile nasıl destekleneceğinin belirlenmesi gibi analizler için simülasyon tabanlı
karar destek sistemleri kullanılabilir. Envanterdeki çok sayıda farklı
sensör ve silaha sahip unsurlardan göreve en uygunun belirlenmesi için günler ya
da saatler sürebilecek hesaplama ve analiz çalışmaları, simülasyon teknolojileri
ile saniyeler mertebesine indirgenebilir.
Etten, kemikten, nörondan, fiber optik kablodan, çelikten ve bakır
telden oluşan, elektrik sinyallerinin hem nörotransmitter madde hem de
mikroişlemcilerden geçerek 1’lere ve 0’lara dönüştüğü bir çeşit sibernetik
organizmadan bahsediyorum.
Son 10 – 15 yılın savunma teknolojileri gündeminde allanıp
pullanmaktan artık boyası dökülen “ağ
merkezli savaş” (NCW; network centric
warfare) ya da “ağ destekli yetenek” (NEC;
network enabled capability) ya da “ağ odaklı harekât” (NCO; network centric operations) gibi harf çorbalarından
bahsetmiyorum. Ağ merkezli savaş özünde bir iletişim problemidir zaten ve bu
problem yüzyıllar boyunca baki kalmıştır. Ağ merkezli savaş her askere bir
yazılım tabanlı telsiz vermek demek değildir. Ağ merkezli savaş, tasvir etmeye
çalıştığım mimariyi etkin bir biçimde işletebilmektir. Bu yapının mızrak
ucundaki platformun kendisi değildir önemli olan. Vereceği etki ve yerinde,
zamanında kullanılabilmesidir.
Tabi burada başka bir olgu da devreye giriyor. Böylesi bir mekanizmayı,
daha doğrusu organizmayı münferit şekilde, çevresinden bağımsız olarak düşünmek
mümkün değil. Bu mekanizma, ülkenin ekonomik, siyasi, kültürel vb diğer
organizmaları ile mutlak surette iletişim ve etkileşim içinde olmak
durumundadır. Askeri organizmanın elde ettiği bilgi ya da oluşturduğu resim,
siyasi organizma için bir girdi teşkil edebilir. Bu karşılıklı bilgi, veri ve
resim alış verişi ne kadar sağlıklı işlerse, karar alma ve eyleme sokma süreci
de o kadar hızlı olur.
Zira biliyoruz ki, karar alma döngüsünü en hızlı tamamlayan hasmına
üstünlük sağlar. Davud’a düelloda galibiyeti getiren buydu. Dev Calût belki
Davud’dan daha hızlı koşabilirdi ama Davud kendini daha hızlı konumlandırdı ve kararını
daha hızlı eyleme döktü; OODA döngüsünü
daha hızlı tamamladı.
Kendini ve düşmanı iyi bilip, ortam koşullarının ve şartların en iyi
farkında olan, bu bilgileri hedefe uygun şekilde tasnif edendir kazanan.
Yani önemli olan hız değil ivmedir.
Sapandan fırlatılan taş
Kinetik enerjiye dönüştürülmediği müddetçe potansiyel enerjinin hiçbir
kıymet-i harbiyesi yoktur. Özel kuvvetleriniz dünyanın tüm yarışmalarında
birinci gelsin, araçlarınız tüm resmi geçitlerde göz kamaştırsın, tatbikatlarda
tüm hedefleri 12’den vursunlar; amaç doğrultusunda koşturulmadıkları müddetçe
değersizdirler. OODA döngüsü, eylem olmadan tamamlanmış sayılmaz. Kendini,
hasmını ve durumu bilmek tek başına mücadeleyi kazandırmaz.
Yani Davud kendini ve düşmanının zayıf yanlarını ne kadar iyi bilirse
bilsin, ne kadar çevik olursa olsun, o sapandan o taşı atmadığı müddetçe Calût’u
haklayamaz.
Temmuz
ayında yayınlanan bir söyleşide ABD Deniz Kuvvetleri’nden bir yetkili, çok
ilginç şeyler söyledi mesela, bir sonraki nesil savaş uçakları ile ilgili:
... Örneğin biz Donanma Hava
Sistemleri Komutanlığı'nda (NAVAIR; Naval Air Systems Command) geleceğin (savaş
uçağı - A.M.) tasarımlarının açık mimariye sahip olacak şekilde tasarlanmış
kamyonlardan biraz daha fazlası olacağı, bunlara değişik algılayıcılar, faydalı
yükler ve silahlar takılabileceği ve sonuçta farklı zamanlarda farklı tipte
görevler icra edilebileceği hakkında tartışıyoruz. Böylelikle bir jetin içine
her şeyi sığdırmak gibi giderek daha da pahalı hale gelen bir şeyle
uğraşılmayacak...
Benzer sözleri, daha
önce aktardığım söyleşisinde İsviçre Hava Kuvvetleri eski komutanı Korgeneral
Markus Gygax da söylemişti:
…Dünya geneline baktığımda,
Gripen, Rafale, Eurofighter gibi kapsamlı tasarımlar ve en son nesil Rus yapımı
Flanker gibi uçaklar, makûl maliyetlere sahip teknoloji harikası
platformlardır. Ve önümüzdeki birkaç on yıl boyunca da böyle kalacaklar.
Dolayısıyla, benim için uçak değil, taşıdığı sensör ve silahlar önemlidir.
İşlemci gücü, durumsal farkındalık, insan-makina arayüzü – tüm bunlar uçak
tipinden bağımsızdır…
F-16’nın ilk örneği ilk uçuşunu 1974 yılında gerçekleştirdi. 40 yılın
sonunda bugün üretilen en yeni F-16 modeli, ilk modelle neredeyse hiçbir ortak
alt sistem taşımıyor; motor kapasitesi ve performansı büyük oranda arttı, çok
daha gelişmiş radar, elektronik sistemler ve silahlarla donatıldı. Ancak dış “kabuk”
olarak F-16 üç aşağı beş yukarı aynı kaldı – en azından görsel olarak. F-35
daha üretim hattında iken bile uçuş kontrol yazılımlarının güncellemesi
geliyor. Bir uçak seri üretim bandına girdikten çıkana kadar bile versiyon
atlayabiliyor artık.
Sadece taktik savaş uçakları için değil, diğer platformlar için de bu
yaklaşım söz konusu. Plaftormdan kabiliyete ve yaratılan etkiye odaklanılmış
durumda.
Bu yönelimde, güdüm kontrol teknolojilerinin de büyük payı var
şüphesiz.
2006 yılında Lübnan harekatına katılan İsrail savaş gemisi Eilat, kıç
tarafından, helikopter pisti köşesinden aldığı bir füze isabeti nedeniyle
safdışı kaldı. Aldığı isabet ölümcül değildi, gemi kısa süre içinde tamir
edildi ancak bu yine de bir süre savaş bölgesinden çıkmasına yetti. İsrail Deniz
Kuvvetleri’nin aynı
tipte toplam üç gemiye sahip olduğu düşünülecek olursa, ciddi bir kayıptı
da.
Bir askeri gemiyi safdışı bırakmak için ille batırmak şart değil.
Sensörlerle dolu köprüüstüne yapılacak isabetli bir atış yeterli olabilir.
Hatta hasım kamuoyu üzerinde psikolojik etkiyi artırmak için batırmamak daha
iyi bir yöntem bile sayılabilir – yaralı biçimde limana dönen savaş gemisinin
imajı oldukça etkileyicidir. Ya da artık düşman uçaklarını vurmak için onları
uzaktan seyir füzeleri ile hangarlarında tahrip etmek veya en azından
pistlerini kraterleyerek birkaç saat kullanıma kapatmak yetebilir. Birkaç saat,
siber silahların konuştuğu bir meydanda oldukça uzun sayılabilecek bir süre.
İranlılar’a sorun, StuxNet
tecrübesine binaen size çok şey anlatabilirler bu konuda.
Yani sapanımızdaki taş için elimizde artık çok değişik alternatifler
var. İş o sapanı yerinde, zamanında ve hızlı biçimde kullanabilmekte.
Epilog
Bilginin kendisine sahip olmak değil, onu etkili ve verimli biçimde
kullanabilmek esas güçtür. Bilgi tek başına yüktür, onu sadece taşımak
ameleliktir. Bilgiyi artı değer yaratmak için kullanabilme ve bilgiye dayanarak
eylem koşturabilme becerisidir silah olan. Nereye atacağını bilen bir atıcı
Winchester’ı ile, acemi bir M-16 nişancısından 1 – 0 önde olacaktır. Davud’un
bizlere öğrettiği gibi.
Özünde at üstünde kıtalar aşmış, göçebe, atik ve çevik bir millet olan
Türkler’in bu konuda dünyadaki pek çok millete nazaran bilincinin daha açık
olması beklenir. 21’nci yüzyılın savaşuzayı, bilgiye dayalı olarak hızlı
konumlanma ve hızlı eylem koyabilme esaslı olacak çünkü. Ben bunu gördüm ve
buna inandım.
Kahvem de soğumuş zaten.
17 yorum:
Arda bey. Bu konudan, hatta bu makaleden çok güzel bir kitap çıkar. Sizin sık sık hatırlattığınız C4ISR sistemlerinin ötesine geçerek, bilginin kullanımının gerçek güç olduğu olgusunun başarıyı getireceği gerçeğidir. Kaleminize sağlık.
Yeni fark edip, bir solukta okudum. Arda Bey, bu bir blog girdisini aşıp, kitapçığa doğru ilerlemiş. Eğer yeterince genişletilirse, Türkçe olarak kaleme alınmış, alanındaki ilk eser olacaktır :) Yine güzel bir analiz ve bilgi ziyafeti, böyle yazıların devamını sabırsızlıkla bekliyoruz efendim.
Ardacım.. Güzel bir yazı yazmışsın. Tebrik ediyorum... İnsanlı ve insansız sistemlerin birlikte kullanılması üzerine kafa yorulması gerekli.. Ancak karar vericilerin bilgiyi / istihbaratı ve durumsal farkındalığı iyi yorumlaması için neler yapılmalı ?.. Gidip kaçakçıları vuruyorlar ondan sonra olay oluyor.. Yani bu sistemlerde görev yapan insanların çok akıllı, yetenekli ve tecrübeli olmaları lazım.. Tecrübe lafı içinde yer alması gerekenleri iyi belirlemek lazım.. Bölgede görev yapmış bir pilot, bölgede yerde görev yapmış birlik komutanı gibi tecrübeli olmalı.. Bir de her konuda üst komutanlığa haber verip izin alma konusu çok zaman kaybettiriyor..Emir almak için beklerken pozisyonlar değişiyor, hedefler etki alanı dışına çıkıyor.. Bu yüzden uygun yer, zaman ve koşullarda insiyatif verilmeli..Joystiğin kırmızı düğmesine basarken endişesi olmamalı, yetkisi olduğuna emin şekilde basmalı...
Çok beğendim çok. Anlayabilecek kabiliyeti yeni kazanıyoruz.
bu yazıyı okumak gerçek güçtür
Olağanüstü..Harikulade titiz bir uğraş.Teşekkür ederim.Harcadığınız zaman ve emek keşke gerekli adresler de karşılığını bulabilse.
Neyse...
Bunca ciddiyetten sonra biraz şaka da gerek.Yazıdan anladığım kadarıyla henüz insan faktörünü platform kullanıcısı olmaktan tamamıyla emekli etmeye hayli uzağız.Sevindirici tarafı ise hal böyle olunca, yakın gelecekte insanlığa karşı bir Skynet kalkışması pek olası görünmüyor.
Elinize sağlık. Baştan sona, uzun uğraşlı farklı bilgi birikimlerini çok güzel yorumlarla aktarmışsınız. Tebrikler. Bu konulara aktarabilen sizin gibi değerli ve konunun uzmanlarının olması bize huzur veriyor. Oğlum tam bir bilgisayar tutkunu ve savunma sanayiinde, arge-yazılım mühendisi olmak istediğini ısrarla söylemesine rağmen, önemini anlamamıştım. Artık onun bu hedefine, bu makaleden sonra daha fazla destek vermek istiyorum. Bu konuda tavsiyelerinize ihtiyaç duyan idealist birçık gencin olduğundan eminim. Vatansever idealist gençleri bu konularda yönlendiren tavsiyeler yazarsanız eminim faydalı olacaktır. Kaleninize, bilginize sağlık, teşekkürler.
Twitterdan sadece retwit ettigim icin bloklayan birinden adam olmaz. Istedigin kadar bilgiclik tasla, bil. Insan ol once ukala herif! Kac insana nasil bir faydan oldu? Hic ac insan doyurdun mu? Kimlige bakmadan esitlik ve adalet istedin mi? Bos adamlarsiniz.
Geçen ana haberlerde adınıza ithafen bir haber yayınlandı. Ayrıca Sn. Mete Yarar da videolarında size ithafen bilgiler paylaştı. Bu uğraşlarınızı çoook eskiden beri bilip uzun zaman önce takip etmiş biri olarak tebrik ederim. Umarım bu tür haberler geçmişte iş yaşamınızı olumsuz etkilediği gibi etkilemez..!!! Tebrik ederim güzel bir yazı olmuş..!!! Okurken kahve birmek bilmedi ��
Teşekkür ler
Buradan, bazı platformlardan izlediğim teknolojik Tüm silah ve savunma sistemlerinin bu gerçek anlayabileceğimiz hikaye tarzındaki yorumunuz- yazınız ile izlediğim 6.cı nesil siha ve benzeri yenilikleri okuyarak pekiştirmeme yardımcı oldunuz. İyi ki varsınız. ����
Daha önce okudum şimdi tekrar okudum.
Zamanımızın bilgiyi kullanma zamanı olduğunu ispatlayan ders gibi bir yazı.
Hayırdır beyefendi. Olay nedir burada?
Bu kadar uzun yazı olmaz. Kısa bir özet çıkarmalısın. İşimiz gücümüz var. Okumak için zaman yok
Bilgiyi alıp, kendinizde yoğurup bize sundunuz. İnanılmaz detaylar ve geçişler var. Yazar biraz da ruhunu kattı mı…işte böyle eser oluyor. İlk defa okudum, artık hep okurum sizi. Teşekkür ederim.👏👏🌹
Zerrece anladığım konular değil ama Davut ile empati düzeyimi artırmak için okudum. İşe yaradı, teşekkür ederim.
Yorum Gönder