3 Ekim 1993 günü Somali’nin başkenti Mogadişu’nun üzerinde uçan helikopterlerin içindeki Amerikan askerleri, şehrin dört bir tarafındaki yoğun siyah dumanları ilk gördüklerinde bunlara bir anlam veremediler. En son teknoloji ürünü sensörler ve haberleşme sistemleri ile donatılmış helikopterleri ile karargaha anlık raporlar veriyorlardı. Karargâh bu bilgileri, bölgede uçan diğer hava araçlarının sensörlerinden ve istihbarat uydularından gelen bilgilerle birleştiriyor, ortaya geniş açıdan devasa bir taktik resim çıkartıyor ve bu resimden oluşturulan istihbaratı, yine helikopterlerdeki askerlere iletiyordu. Askerler yere indiklerinde, nerede kaç tane düşmanla karşılaşacaklarını, hangi düşmanın ne tip bir silaha sahip olacağını şimdiden biliyordu.
Ama yine de, askerlerin kafasını o rahatsız edici düşünce kurcalıyordu: Bu yoğun siyah dumanlar neyin nesiydi?
O dumanlar, şehrin dört bir yanına yayılmış Somalili militan grupların, birbirleri ile haberleşme yöntemiydi. Gruplar birbirlerine, düşmanın (Amerikan helikopterlerinin) gelmekte olduğu bilgisini iletiyordu. Düşmanın geliş yönü doğrultusunda yakılan araba lastiği kümeleriydi bu dumanların sebebi. Helikopterdeki askerler kadar, yerdeki çıplak ayaklı, kaburgaları sayılan Somalililerin de bir istihbarat ağı vardı, kendi yöntemleri ile tabi ki.
Bu lastiklerin yakılmasının üzerinden 24 saat geçmeden, Mogadişu’da iki Amerikan helikopteri düşürüldü, 18 Amerikan askeri öldürüldü ve kısa süre içinde ABD birlikleri, utanç verici bir şekilde Somali’yi terketmek zorunda kaldı. Mogadişu’da dağınık biçimde örgütlenmiş ancak birbirleri ile farklı bir “teknolojik” seviyede iletişimi bulunan militan gruplar, savaş tecrübesi bulunan ve en son haberleşme teknolojilerini kullanan profesyonel askerleri bertaraf etmişti. Ağ merkezli muharebe felsefesi uyarınca donatılmış ve örgütlenmiş bir ordu, ağ merkezli –ama ordu denemeyecek- başka bir silahlı grup tarafından yenilmişti. Ancak görünüşte büyük bir adaletsizlik vardı. Bu nasıl olabilirdi?