Geçenlerde bir iş gezisi için Belçika'ya gitmiştim. Brüksel bugüne kadar gördüğüm tüm şehirler içinde midemi en çok bulandıran, en iğrenç şehirlerden biri. İnsanları kaba ve çirkin, medeniyetten nasibini almamış, metro istasyonları afedersiniz sidik kokusundan geçilmiyor, şehir ruhsuz, şehir çok soğuk. Avrupa'nıni bizim kafamızdaki Avrupa'nın değil, Hitler'in rüyalarını süsleyen Festung Europa'nın başkenti adeta. Yaşlı, köhne, içe kapalı, sümsük Avrupa'nın başkenti.
Laf Brüksel denen o rezil şehirden açıldı devam edeyim: Brüksel sokaklarında dolaşırken bir posta kutusu gördüm.. Çok eski bir binanın duvarına asılmış eski bir porta kutusu. Kaç yıldır orada duruyor tahmin etmek güç: Üzeri işlemelerle süslü bu kutunun rengi kararmış, pas - bronz rengi bir karışım haline gelmişti. Üzerinde çizikler, bezikler vardı. Hiç boyanmadığı ya da en azından yıllardır boyanmadığı her halinden belliydi: Ama üzerinde tek bir grafiti ya da çıkartma ya da bir yazı, resim falan yoktu! Sadece posta kutusu ve üzerinde yılların izi. O eski posta kutusunun asılı olduğu o eski binanın bulunduğu o eski mahallenin bir tane mi afedersiniz piç veledi yoktu, posta kutusunun bir tarafını kıracak? Bir tane mi gencin aklına yıllardır o posta kutusunun bir kenarına sevgilisinin adını yazmak gelmedi? Bir tane mi siyasi parti ya da eğlence partisi ya da bilmemneyin bilmemnesi bir iki çıkartma yapıştırmadı o körolmayasıca kutunun üstüne? Zamanda ve mekânda hem mecâzi hem gerçek anlamda asılı kalmış o kutu, çevresinde yaşayan insanların tek bir izini dahi taşımıyordu üzerinde. Onu üreten işçinin eseriydi ama sonra ister Brüksel'de ister hayalet bir kasabada asılı kalmış olsun, görenin ayırt etmesi mümkün değil. Zamanda ve mekânda asılı kalmış: Ağır ağır ama çok ağır biçimde yaşlanan, bir adım dahi ileriye gidemeyen, ne ileride ne geride, limboda bir posta kutusu. Aynı içinde bulunduğu mahallenin sakinleri ve o mahallenin bulunduğu kentin sakinleri ve kentin bulunduğu kıtanın sakinleri gibi: Zamanda ve mekânda asılı kalmış. Köhne. Festung Europa. Köhne ve yaşlı. Kurban olayım Anadolu'ma.
Neden televizyon kanallarında programlar hep saat başlarında, çeyrek geçe, buçuk ya da çeyrek kala başlar? Mesela bir program 16:00'da başlayacaksa, ondan önceki program 15:45 ya da en fazla 15:50'de bitiyor ve ardından reklamlar ve "bu bir reklamdır" kamuflajlı "advertorial"lar başlıyor. Şahsen bir izleyici olarak bu fasıl başlayınca içgüdüsel olarak kanal değiştiriyorum ama geçtiğim kanalları büyük çoğunda da aynı saatlerde zaten reklamlar dönüyor. Mesela bir kanal çıksa ve programlarını ara saatlerde falan başlatsa, diğer kanallarda reklamlardan kaçan izleyiciler bu kanala düşse?
Bu sene kriz var. Kriz kriz. Dünyadaki tüm tüketiciler masraflarını kısıyor, patronlar da öyle. Para kısmaya ihtiyaçları olsun ya da olmasın. Arabasını değiştirmeyi düşünüyorsa eğer bir süre öteledi amcanın teki, ev hanımı teyze buzdolabını yenilemekten vazgeçti, herkes kendine göre muslukları kıstı. Krizden en kötü etkilenen ülkelerin başında, düşen petrol fiyatlarının da etkisiyle, Rusya geliyor. Tüm bunlar ne anlama geliyor? Mesela bu sene Türkiye'de turizm çok kötü fena çökecek. Turizm'den gelen gelir muhtemelen önceki senelerden çok daha düşük olacak. Buna ilaveten otomotiv ve beyaz eşya zaten öldü. Turizm hizmet sektörü, ArGe yatırımı yapmanıza ya da bir bilgisayar mühendisi seviyesinde personel yetiştirmenize gerek yok. Beyaz eşya, otomotiv ve elektronikte zaten ArGe ülkesi değil üretim ülkesiyiz. Elin Fiat'ı, Opel'i, Toyota'sı falan kendi derdine düşmüşken bizi kim ne yapsın? Velhasıl başkasının işçisi olursan, işvereninin işi bozulunca ilk harcanan sen olursun değil midir?
İran'da bugün cumhurbaşkanlığı seçimi var... Seçim.. Yani İran'da bugün insanlar sandık başına gidip ülkeyi kimin yöneteceğini seçecekler. Belki muhafazakar Ahmedinejad, belki reformcu Musevi. Geçenlerde ABD, 1953 İran'da darbe düzenlediği için özür diledi. 1951'de seçimle işbaşına gelen Musaddık, petrol kaynaklarını millileştirmek için adım atınca, CIA'in düzenlediği bir darbe ile hükümetten indirilmiş, akabinde ömrünün sonuna kadar ev hapsinde tutulmuştu. Musaddık'ın yerine ise ABD'nin bir dediğini iki etmeyen Şah Rıza Pehlevi geçmişti. Demokrasiyi yaymak, özgürlük, terörizme karşı küresel savaş... Anlayaman...
Taraf ve F şurekası gibi ağzından salyalar aka aka ve bir psikolojik harekâtın bilerek ya da bilmeyerek parçası olma onursuzluğunu taşıma günahını işlemeden ya da 1930'lara rahmet okutacak bir etnik ırkçılık / militarizm şakşakçılığı yapmadan TSK eleştirisi yapabilecek bir ademoğlu var mı bu ülkede? Mesela GenelKurmay Başkanlarının önemli bazı gün ya da durumlarda, ünlü düşünür ve teorisyenlere atıfta bulunarak yaptıkları konuşmaları alıp, adamakıllı bir bilimsel eleştiri kaleme almanın kimseye, hiçbir kuruma küfür ya da yağdanlık etmek olarak algılanmaması ne tatlı bir şey olurdu kimbilir... Bilemen...
"Burçak Tarlası" Türk kadınının gerçekte ne olduğunu özetleyen bir türküdür. "ilahi kaynana.. ömrün tükene... eğdirme fesini kalkar giderim... evini başına yıkar da giderim..." Çektiklerini içine atan, asi, boynu, başı dik, gerekirse gözünü karartan... Başın örtüsü falan hikaye. Türk kadınına önce özgür irade ve özgüven ve dahi cesaretin yeniden kazandırılması lazım. Örtüye falan sığmayan şeyler bunlar zira.
İstiklal Caddesi'ne avazları çıktıkları kadar bağırıp, kendilerine ezberletilen sloganlarla çevredekilerin kulaklarına tecavüz edercesine slogan atıp gazete satan solcu genç arkadaşların kaçı bir umumi tuvalette karşılaştıkları temizlikçiye, kaldırımı onaran inşaat işçisine, sabah evden çıkarken karşılaştıkları (ve muhtemelen güne güneş henüz doğmamışken "aydın olsun!" demiş olan) kapıcıya "Kolay Gelsin!" demektedir ve bunu içten gelerek demektedir? Emeğe saygı sadece Che Guevera rozetleri, kirli sakal + şarap süzen bıyık, Nazım Hikmet şiiri, oligarşi, devrim, halkların kardeşliği, emek ve daha bir sürü posası çıkana kadar cümle içinde defalarca kullanılan kelimeye tıkılıp kalmak mıdır? Bir "Kolay Gelsin"e sığabilecek ve hatta ondan taşıp gözünün parlamasına neden olacak kadar güçlü bir emeğe saygı, köhnemiş, amaçsızlaşmış bir solculuk oyununa kuma olmak zorunda mıdır? Veyahut solculuk türkü barlarda şalgam + rakıya aptallık derecesinde pahalı hesap ödeyip gerçek manasını anlamadan ve beceremeden ve sırf çekmiş olmak için çekilen halay mıdır?
Geçenlerde Penguen miydi, Uykusuz muydu, birisinde okudum ve son zamanlarda okuduğum en güzel tespitlerden biriydi. Galiba Memo Tembelçizer'in köşesiydi, "Tespitim Var" gibi bir başlığı vardı. Çizerin teorisine göre halay, köy yaşamını sembolize eden bir halk oyunu idi (belki bu gerçekten üzerinde daha önceden düşünülmüş, yazılıp çizilmiş bir teoridir, bilemiyorum. Aslında bilmek ve bununla ilgili daha fazla şey okumak, düşünmek isterim). Halayda herkes, yanındakinin ayak ve vücut hareketlerine uyum sağlamak zorundadır: Halaybaşı hariç - o da köy muhtarı ya da köy ağazı oluyor sanırım. Halayda herkes uyum içinde hareket etmelidir ki halay bir şeye benzesin: Bireysellik yoktur. Önemli olan halay barı, yani bireylerin oluşturduğu grup yani komün yani köydür. Üniversite şenliklerinde, eylemlerde falan iğrenç ötesi, koreografi bile denemeyecek bir paspallıkla halay çekiyormuş gibi yapan, sol söylemlere iş düşünce bireyin özgürlüğünden dem vuran kardeşlerin kaçı bu açıdan değerlendirmektedir, içine ettikleri halayın?
"Kısa dönem askerler, askeri mahkemeye gittikleri zaman asteğmen statüsünde oluyorlarmış" palavrasına inanılmayan bir dünya düşlüyorum.
Bir keresinde AŞTİ'deki kitapçının önünde bir grup ocaktan geldiği her halinden belli bir grup delikanlının muhabbetine kulak misafiri olmuş, hiç adetim olmamasına rağmen müdahale etmiştim. Kendi aralarında Türkiye'yi Birinci Dünya Savaşı'na İsmet İnönü'nün soktuğunu, bu ihaneti nedeniyle Atatürk'ün onu ülkeden kovduğunu konuşuyorlardı.
Küreselleşme nedir? Beyaz çikolatalı moka ya da Burger King'dir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, mesela Starbucks'a, beyaz çikolatalı Moka sipariş ettiğinizde beyaz çikolatalı moka alırsınız ve tadı üç aşağı beş yukarı aynı olur. O ülkenin dilini bilmeye gerek yok, adetlerini kültürlerini falan.
İngiliz bir dostum anlatmıştı: İngiltere'de trafikte selektör yapmak "seni görüyorum ve yavaşlayacağım" anlamına geliyormuş. Yani mesela bir yayaıy gördünüz, selektör yaparak onu farkettiğinizi ve yavaşlayacağınızı ifade ediyormuşsunuz. Türkiye'de ise tam tersi: "yavaş ol ben geliyorum!"
Falan filan...