Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli stratejlerden biri, tanımaktan onur ve gurur duyduğum Sn Cem Gürdeniz'in bu yazısını okurken gözlerim doldu. Bir ülke böyle değerlerini böyle hoyratça harcamamalı. Kendisi mektubunda tevazu göstermiş ama Sn Gürdeniz, Akdeniz Kalkanı'ndan BlackSeaFor'a, Türk Deniz Kuvvetleri'nin çok sayıda inisiyatifinin ardındaki stratejik zekanın başında gelmektedir.
Kendisi, "dışarıdakilerden" misliyle hürdür. Fikri hürdür zira, vicdanı hürdür.
Asıl siz helal ediniz komutanım hakkınızı yurttaşlarınıza. Emdiğiniz süt kadar bembeyaz üniformanıza leke sıçratmaya yeltenenleri engelleyemedik.
Kendisi, "dışarıdakilerden" misliyle hürdür. Fikri hürdür zira, vicdanı hürdür.
Asıl siz helal ediniz komutanım hakkınızı yurttaşlarınıza. Emdiğiniz süt kadar bembeyaz üniformanıza leke sıçratmaya yeltenenleri engelleyemedik.
Arda Mevlütoğlu
CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN
1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’ nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.
Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.
Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.
Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.
Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.
Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanmasını ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.
Türk Deniz Gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.
Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.
Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskınının rehinleri olarak deniz tarihimizde yerlerini aldılar.
Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.
Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.
Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.
1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek yoktur.
21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanmasının bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetlerinin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.
Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da Atlantik’ten atılmıştır.
İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:
"2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.
21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.
Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.
Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.
O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.
O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.
Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri atılmalıydı.”
Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:
“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.
Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”
Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.”
Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanmasına, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.
82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.
Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”
Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.
Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.
Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum.
Tümamiral Cem Gürdeniz
4 Ağustos 2012 Hasdal
[1] Friedman, George, Gelecek On Yıl, Pegasus Yayınları, 2011, Sayfa.233
1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’ nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.
Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.
Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.
Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.
Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.
Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanmasını ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.
Türk Deniz Gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.
Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.
Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.
Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskınının rehinleri olarak deniz tarihimizde yerlerini aldılar.
Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.
Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.
Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.
1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek yoktur.
21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanmasının bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetlerinin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.
Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da Atlantik’ten atılmıştır.
İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:
"2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.
Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.
21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.
Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.
Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.
O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.
O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.
Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri atılmalıydı.”
Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:
“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.
Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”
Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.”
Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanmasına, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.
82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.
Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”
Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.
Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.
Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum.
Tümamiral Cem Gürdeniz
4 Ağustos 2012 Hasdal
[1] Friedman, George, Gelecek On Yıl, Pegasus Yayınları, 2011, Sayfa.233
15 yorum:
Bence fazla duygusal yazılmış kırılmayın ama elde delil olmadan bu kadar insanın içeride olması bence pek mümkün değil gene de bekleyip gorecegiz
Zaten mesele savcıların elinde delil olup olmaması değil olanların düzmece olmasıdır.
Bu yazıyı okurken lütfen düşünmeye davet ediyorum sizleri! 28 Şubat 1997, 12 Eylül 1980, Mart 1971, 27 Mayıs 1960 darbe ve postmodern darbelerinde binlerce subay ve astsubay sorgusuz sualsiz ordudan atılırken bu kişilerin ne kadar faydalı , ne kadar zeki, .... olduklarına hiç bakıldımı? Şimdi 30- 40 muvazzaf ve emekli subay tutuklanınca ordumuzun vizyonerlerinin atıldığı kanısına ulaşılacaksa atılan binlerce subay olduğunda neleri kaybetmiş olabiliriz düşünebiliyormusunuz? O yüzden kusura bakmasın yazarımız ama yerleri doldurulamayacak değiller! 2004 yılında sayın Murat Bayar'ın SSM müsteşarı olmasıyle savunma sanayimizdeki sıçramayı görmezden gelemeyiz. Bu müsteşarıda bu iktidar getirdi. Çıkan ve çok yakın gelecekte çıkacak savunma ürünlerimizi takip ediyorsunuzdur. Başka yoruma gerek yok sanırım.
oldukça güzel bir yazı.
ki pek çok amiralimize ciddi karalama kampanyalarının yapıldığına kalpten inanıyorum.
lakin türk deniz kuvvetleri, türkiye denizciliğine faydası olsun istiyorsa önce 17 ağustos depreminde yerleştiği pendik tersanesini terk etmelidir.
ülke, gemi inşa sanayinde ilk sıralara girmek için çırpınırken, kısıtlı alt yapılarla büyük işler yapmaya kalkarken pendikteki türkiyenin en büyük vinçleri, kuru havuzları arada çıkacak tamiratlar için bekletiliyor ya da donanma tarafından şirketlere kiralanıyor.
hepsinden önemlisi; tersanelerimiz ürettikleri gemiler için fellik fellik çıkma motor ararken pendikteki gemi motoru fabrikası 99'dan beri atıl halde.
Sakarya Harbinde tabur komutanları şehit oldu, komuta asteğmene kaldı. savaş kazanıldı. amiraller değerli olabilir. donanma, amiral adayı değerli albaylarla doludur.
General ve amirallerimizin başına gelenler beni üzüyor. Yargının orantısız güç kullandığı artık genel kabul görmüş bir olgu. Taraflı yargıyı kınıyorum. Öte yandan, Cem Gürdeniz aşırı duygusal ve aşırı milliyetçi bir mektup kaleme almış. Dünyanın tüm gelişmiş ülkelerini Silivri'deki durumu açıklamaya çalışan bir komplo teorisinin içerisine yerleştirmek için düz mantıktan çok daha ötesine ihtiyaç var. Bu tip global komplo teorilerini bir kenara bırakıp davaların neden "sahte" olduklarının detaylı bir şekilde kanıtlanmasına odaklanılmasında yarar var. Sayın Gürdeniz tutumunu bu şekilde değiştirirse üniformasını hala koruyan silah arkadaşlarına yardımcı olabilir...
Evet bundan önce irtica ile ilişkilendirilip ordudan atılan hatta bir çok şeyden mahzur bırakılanların yüzlerin belkide binlerin hali ne olacak, bu amiralimiz sonuçta emekli olmuş ailesinin nafakası kesilmemiş,aylık gelirle hayatını idame ettiren bir devlet görevlisinin maddi gelirinin elinden alınması siz yaşıyormuş bir düşünün...
Sen hic mahkemeye gittin mi aslanim. Bu aurecte mahkemede saniklardan savunmalarin alinmasi asamasinin atlandigini bilmiyor musun ? 1576 maddi hata iceren belgenin oldugu, dijital sahteciliklerin amerikan ve alman bagimsiz kuruluslari ve tubitak tarafindan belgenlendigini ve yasa disi olarak savunma alinmasizin karar asamasina gecildigini bilmiyor musun?
Agzi olan konusuyor.
Gönderdiğim bir yazı silinmiş...evet çok yüksek bir demokrasi anlayışına sahipsiniz.İşinize gelmeyen görüşü hemen çöpe gönderiyorsunuz. O zaman neden şikayet ediyorsunuz ki?
Sayın Adsız (04.12.2012 14:35)
Hakaret ya da hukuki sorun içermediği müddetçe hiçbir yoruma müdahale etmiyorum. Yanılıyor olabilirim ancak bu yazıdan da herhangi bir yorum sildiğimi hatırlamıyorum. Silindiğine emin misiniz?
Öte yandan bu en son yorumunuz Blogger'ın spam filtresine takılmış. Yorum gönderildiğine dair e-posta uyarısı gelmesine rağmen ana sayfada görünmüyordu, filtreden kaldırınca yayına geçti. Belki benzer bir sorun olmuştur?
Öte yandan yayınlanmış bulunan diğer yorumların içeriğine de dikkatinizi çekmek isterim.
Geçmişteki 4 askeri darbeyi kim yapmış acaba? Onlarda hayal ürünü ve sahteydi galiba.
Yorumculardan birisi darbeler döneminde binlerce subay ve astsubayın ordudan atıldığından bahsetmiş bazı bilgileri yazarken bilgisizce yazmayınız bahsettiğiniz yıllarda ordunun binlerle ifade edilen mevcudu kaçtı da binlerce diyorsunuz. Son dönemde olan 28 şubat sürecinde ordudan atılanların sayısı 300-400 civarındadır ki bunlarında ne kadar zeki veya zeki olmadığını bilemeyiz.
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, AİHM yapılan bir başvuruyu reddederek delillerin ciddi olduğunu beyan etti diye hatırlıyorum.Ayrıca emekli bir korgeneral bir tv mülakatında yanlış hatırlamıyorsam GnKur karargahını kastederek "maç muhabbeti gibi darbe konuşulur" demişti.Paşamız "kendini gereğinden fazla önemsiyor ve hamaset edebiyatı konusunda gerçekten mahir" diye düşünüyorum.Arkadaşın biri doğru demiş, amirallik bekleyen nice kıymetli albay vardır veya olmalıdır.Eğer ki bir örgüt/şirket/cemaat/devlet/millet kendi içerisinden kıymetli yöneticiler ya da liderler çıkartamıyorsa o yapı zaten bitmiştir.Eskilerin dediği gibi "adama dayanma ölür duvara dayanma yıkılır".
Hz. Ömer hilafeti sırasında kendi atadığı bir valinin bir hristiyanı vilayetin muhasebe işlerine atadığını duyar ve devletin iç işlerine bir gayrimüslimin atanmasının güvenlik zaafiyeti doğurabileceğinden endişe ederek nedenini valisine mektupla sorar.cevabi mektupta vali adamın işini çok iyi yaptığını ve ona ihtiyacı olduğunu hatta elzem olduğunu belirtir.Hz. Ömer'in cevabı 2 kelimeden ibarettir:"Ya ölürse".Tüm bu nedenlerden dolayı "yeri doldurulamayan insanları" hiç sevmem.Allah böylesi insanlardan bizi korusun.
Paşamız emperyal güçlere rağmen donanmanın geliştirilmesinden neyi kastediyor?uçak gemisi veya nükleer takatli denizaltı alındı veya imal edildide bizim mi haberimiz yok?hint okyanusuna çıkıldı diye o denizlere hakim mi olundu?K.doğu akdeniz egemenliğinden bahsetse anlarım ama korkarım girdiği hayal aleminden mapusta da çıkamamış, kendi gerçekliğinde yaşıyor paşamız.bozgunda fetih rüyası...uygur
Bu vatandaşın durumu hakkında kesin bilgi sahibi olmadığım için bir yorum yapamam ama, yorumlardaki genel TSK hakkındaki görüşlere katkıda bulunayım:
Türk subaylarında 1870'lerden itibaren başlayan ve halen de devam eden bir hastalık sözkonusu.
Bunlar kendilerini vatanın gerçek sahipleri, diğer insanları da ülkeyi satabilme potansiyelinde olan değersiz yaratıklar olarak görürler.
Bu kafanın Osmanlı'nın yıkılışına katkısı çok büyüktür, Balkan savaşını düşünelim bir. 2 bin yıllık Türk askeri tarihindeki en büyük rezalettir.
TC kurulduktan M. Kemal Paşa'nın ülkeye en yararlı eylemlerinin başında kanımca askeri politikadan tecrit etmesi gelir.
Bu uygulama İnönü devrinde de devam etti. Çünkü o da Atatürk kadar olmasa da bu güruh üzerine yüksek bir otoriteye sahipti.
Ancak 1950'den itibaren TSK mensuplarındaki bu virüs tekrar canlandı ve 1960 ve sonrasındaki bilinen hükümet darbeleri meydana geldi.
O kadar ki, düzmece mahkemelerde uyduruk iddialarla ülkenin başbakanını-cumhurbaşkanını idama mahkum ettirdiler, hatta başbakan ile 2 bakanı da astırdılar.
Dünyanın her yerinde ordu/askerlik etiğinde en ağır suç, "üstüne isyan"dır.
Ancak bu ülkede bu it-kopuk takımı, "ülkeyi kendilerine Atatürk'ün emanet ettiği..." gibi bir mavalla kendilerini ve eylemlerini haklı göstermeye çalıştılar.
Her melanette bile iyi şeyler bulunabilir düşüncesiyle, Temmuz 2016'daki darbe teşebbüsünün en (ya da tek) olumlu yanı, bu olay sonucunda Harbiye'nin kapatılmış olmasıdır.
Burası iyice bir bataklık haline gelmişti çünkü.
Orduda yükselmenin anahtarı da sadece Kemalist görünmek (mümkünse 10 kasımlarda ağlar pozlar verebilmek) ve üstlerine çok iyi şekilde yağcılık yapabilmekti.
Yoksa branşında çok iyi/yeterli bilgiye/yeteneğe sahip olmanın bir artısı yoktu.
Bu ülke subayının Sosyalist-Kemalist-Şeriatçı... bilmemneci olması gerekmez.
Sadece vatansever olması, mesleğini en iyi şekilde öğrenip yapabilmesi, ve kesinlikle milletin seçmiş olduğu siyasi iradenin emrinde olması gereklidir.
Bugünkü siyasi iktidarı beğenmezsek değiştirebiliriz.
Ama kerameti kendinden menkul mafyamsı oluşumları değiştirmek çok zordur, son 50 küsur senedir olduğu gibi.
Adsız(8 Ağustos 2012 11:30) patlat bi yorum daha, ya mahçup ol ya da rezil
Yorum Gönder