24 - 25 Haziran tarihlerinde Hollanda'nın Lahey kentinde gerçekleştirilen NATO Zirvesi kapsamında, Clingendael Enstitüsü, Münih Güvenlik Konferansı ve Türk Atlantik Konseyi tarafından 25 Haziran günü düzenlenen, "Navigating the Issues in the Modern Battlespace: Challenges for the Allied Defence Industry Capabilities" paneline konuşmacı olarak katıldım.
Savunma Sanayii Başkanı Prof. Dr. Haluk Görgün'ün yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan panelin moderatörü, Türk Atlantik Konseyi Genel Sekreteri Emir Abbas Gürbüz idi. Benimle birlikte diğer konuşmacılar, İtalyan Atlantik Komitesi Başkanı Fabrizio W. Luicolli ile Eurodefense UK Genel Sekreteri Robin Ashby idi.
Panel, NATO üyesi ülkelerin savunma harcamalarının artırılması tartışmaları ve Transatlantik ittifak ilişkilerinin sorgulanmasına sahne oldu. Böyle bir arka planda, Türkiye için önemli fırsatlar (ve aslında bir o kadar da riskler) bulunuyor.
Konuşmamda, bu konuyu savunma sanayii perspektifinden ve üç temel unsur üzerinden ele aldım. Konuşma notlarımın Türkçe'ye çevrilmiş özetini aşağıya ekliyorum.
Savunma Sanayii Başkanı Prof. Dr. Haluk Görgün'ün yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan panelin moderatörü, Türk Atlantik Konseyi Genel Sekreteri Emir Abbas Gürbüz idi. Benimle birlikte diğer konuşmacılar, İtalyan Atlantik Komitesi Başkanı Fabrizio W. Luicolli ile Eurodefense UK Genel Sekreteri Robin Ashby idi.
Panel, NATO üyesi ülkelerin savunma harcamalarının artırılması tartışmaları ve Transatlantik ittifak ilişkilerinin sorgulanmasına sahne oldu. Böyle bir arka planda, Türkiye için önemli fırsatlar (ve aslında bir o kadar da riskler) bulunuyor.
Konuşmamda, bu konuyu savunma sanayii perspektifinden ve üç temel unsur üzerinden ele aldım. Konuşma notlarımın Türkçe'ye çevrilmiş özetini aşağıya ekliyorum.
Zor zamanlardan geçiyoruz. Ancak şunu kabul etmek gerekir: Bu hep böyleydi. Meydan okumalar hep vardı ve hep olacak.
İttifak tarih boyunca sürekli, çok boyutlu ve karmaşık tehditlerle karşı karşıya kaldı. Bu tehditler hiçbir zaman tek başına gelmedi; askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik cephelerden aynı anda geldi. Bugün de farklı değil.
Tehdit, gölgelerde pusuda bekleyen bir haydut gibidir. Değişir, evrilir, çoğalır. Ve en önemlisi: Sabırlıdır. Kendiyle birlikte belirsizlik, karmaşıklık ve sürtüşmeyi de getirir. Tehdidin ne zaman, nereden, kaç kişi geleceğini asla tam olarak bilemeyiz. Tahmin edebiliriz belki.
Peki, değişen nedir? Tehditlerin varlığı değil, kullandıkları araçlar ve aktörlerdir. Dün Doğu Avrupa'da Sovyet tankları vardı, bugün İran’ın balistik füzeleri var. Yarın ise, muhtemelen devlet dışı aktörlerin elinde yapay zekâ destekli otonom silahlar veya siber saldırılar göreceğiz.
Peki savunma sanayii bu dinamik ortamda nasıl pozisyon almalı?
Ben bu sorunun cevabını üç temel başlıkta görüyorum: Dayanıklılık (Resilience), Uyum (Adaptability) ve Motivasyon
Dayanıklılık artık sadece içsel, pasif bir özellik değil, bir zorunluluk ve aktif bir tutumdur.
Küresel tedarik zincirleri kırılganlaştı; jeopolitik, teknolojik ve sosyal çalkantılara karşı savunmasız. Tek kaynağa veya ikamesi zor teknolojilere aşırı bağımlılık, artık kabul edilemez bir stratejik zafiyet oluşturuyor.
Türkiye bu alanda dikkat çekici bir örnek sunuyor. 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası ABD silah ambargosu, 2019’da savunma sistemleri üzerindeki ihracat kısıtlamaları gibi olaylar, Türk savunma sanayiini kritik bileşenleri yerli üretmeye ve esnek, sürdürülebilir tedarik zincirleri kurmaya zorlamıştır.
ASELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ, Baykar gibi şirketler, sadece ürün değil; alt sistem, teknoloji ve altyapı da geliştirerek dikey entegre üretim yapısına ulaştı. Bugün insansız savaş uçakları, AESA radarı, her çeşit ve sınıfta askeri gemiler, hassas güdümlü güdüm silah sistemleri ve motorlar geliştirilebiliyor.
Bu sadece ambargoya karşı bir refleks değil, savaş zamanı üretim ve sürdürülebilirlik açısından da stratejik bir kazanımdır.
Uyum yeteneği sadece değişmek değil; bilinçli şekilde evrilmektir.
Bu da sadece Ar-Ge bütçesiyle değil, inovasyon kültürüyle, kurumsal esneklikle ve savunma-sanayi-akademi-siyaset iş birliğiyle mümkündür.
Yükselen ve çığır açıcı teknolojilere (emerging and disruptive technologies), çift kullanımlı sistemlere, dijital dönüşüme hızla adapte olabilmek, bugünün olmazsa olmazıdır.
Türkiye’nin İHA devrimi, bu sürecin somut örneğidir. Burada önemli olan, TSK’dan gelen geri bildirim, özel sektörün mühendislik çevikliği ve devlet politikalarının bütünleşik olmasıydı. Bu sinerji, hızlı tasarım, üretim ve konuşlandırma sürecini mümkün kıldı.
Türkiye sadece birkaç yıl içinde, ithalatçıdan küresel ihracatçı konumuna geldi. İşte buna “uyum kabiliyeti” diyoruz.
En önemli element olan Motivasyon sadece siyasi irade değil; toplumsal kabuldür (social acceptance). Kamuoyu desteği, sanayi güveni, ortak vizyon… Bunlar olmadığı sürece, hiçbir savunma programı sürdürülebilir olamaz.
Türkiye bu konuda da önemli bir örnektir. Avrupa’daki birçok müttefikin aksine, Türkiye hiçbir zaman bir “barış temettüsü” (peace dividend) yaşayamadı. Terör tehdidi, bölgesel krizler ve revizyonist aktörlerle çevrili bir güvenlik ortamında varlık göstermeye çalıştı.
Bu durum, güçlü bir ulusal savunma sanayi ihtiyacını toplumun her kesiminde kabul gören bir hedef haline getirdi. Bu kabulle birlikte siyasi destek, finansman ve stratejik vizyon geldi. Özellikle son 20 yılda daha da güçlenen bu siyasi irade, toplumsal kabul ile birlikte, Türkiye'nin savunma sanayiinde kat ettiği mesafenin itici gücü oldu.
Savunma kapasitesi boşlukta kurulmaz. Sosyal meşruiyet ister. Politik kararlılıkla ve bütçeyle desteklenmelidir.
Sonuç olarak, İttifak bu üç temel unsuru -Dayanıklılık, Uyum Yeteneği ve Motivasyon- müşterek bir vizyona dönüştürmek zorundadır.
Savunma sanayi politikalarını ulusal bir detay olarak değil, kolektif caydırıcılığın ve harekât hazırlığının merkezi unsuru olarak görmeliyiz.
Türk tecrübesi, tehdit algısı, toplumsal irade ve sanayi politikası birleştiğinde dönüşümün mümkün olduğunu göstermektedir.
NATO, bu istikamette ortak bir anlayış, vizyon ve dil inşa etmelidir. Zira modern harekât ortamı bizden bunu talep etmektedir.
İttifak tarih boyunca sürekli, çok boyutlu ve karmaşık tehditlerle karşı karşıya kaldı. Bu tehditler hiçbir zaman tek başına gelmedi; askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik cephelerden aynı anda geldi. Bugün de farklı değil.
Tehdit, gölgelerde pusuda bekleyen bir haydut gibidir. Değişir, evrilir, çoğalır. Ve en önemlisi: Sabırlıdır. Kendiyle birlikte belirsizlik, karmaşıklık ve sürtüşmeyi de getirir. Tehdidin ne zaman, nereden, kaç kişi geleceğini asla tam olarak bilemeyiz. Tahmin edebiliriz belki.
Peki, değişen nedir? Tehditlerin varlığı değil, kullandıkları araçlar ve aktörlerdir. Dün Doğu Avrupa'da Sovyet tankları vardı, bugün İran’ın balistik füzeleri var. Yarın ise, muhtemelen devlet dışı aktörlerin elinde yapay zekâ destekli otonom silahlar veya siber saldırılar göreceğiz.
Peki savunma sanayii bu dinamik ortamda nasıl pozisyon almalı?
Ben bu sorunun cevabını üç temel başlıkta görüyorum: Dayanıklılık (Resilience), Uyum (Adaptability) ve Motivasyon
Dayanıklılık artık sadece içsel, pasif bir özellik değil, bir zorunluluk ve aktif bir tutumdur.
Küresel tedarik zincirleri kırılganlaştı; jeopolitik, teknolojik ve sosyal çalkantılara karşı savunmasız. Tek kaynağa veya ikamesi zor teknolojilere aşırı bağımlılık, artık kabul edilemez bir stratejik zafiyet oluşturuyor.
Türkiye bu alanda dikkat çekici bir örnek sunuyor. 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası ABD silah ambargosu, 2019’da savunma sistemleri üzerindeki ihracat kısıtlamaları gibi olaylar, Türk savunma sanayiini kritik bileşenleri yerli üretmeye ve esnek, sürdürülebilir tedarik zincirleri kurmaya zorlamıştır.
ASELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ, Baykar gibi şirketler, sadece ürün değil; alt sistem, teknoloji ve altyapı da geliştirerek dikey entegre üretim yapısına ulaştı. Bugün insansız savaş uçakları, AESA radarı, her çeşit ve sınıfta askeri gemiler, hassas güdümlü güdüm silah sistemleri ve motorlar geliştirilebiliyor.
Bu sadece ambargoya karşı bir refleks değil, savaş zamanı üretim ve sürdürülebilirlik açısından da stratejik bir kazanımdır.
Uyum yeteneği sadece değişmek değil; bilinçli şekilde evrilmektir.
Bu da sadece Ar-Ge bütçesiyle değil, inovasyon kültürüyle, kurumsal esneklikle ve savunma-sanayi-akademi-siyaset iş birliğiyle mümkündür.
Yükselen ve çığır açıcı teknolojilere (emerging and disruptive technologies), çift kullanımlı sistemlere, dijital dönüşüme hızla adapte olabilmek, bugünün olmazsa olmazıdır.
Türkiye’nin İHA devrimi, bu sürecin somut örneğidir. Burada önemli olan, TSK’dan gelen geri bildirim, özel sektörün mühendislik çevikliği ve devlet politikalarının bütünleşik olmasıydı. Bu sinerji, hızlı tasarım, üretim ve konuşlandırma sürecini mümkün kıldı.
Türkiye sadece birkaç yıl içinde, ithalatçıdan küresel ihracatçı konumuna geldi. İşte buna “uyum kabiliyeti” diyoruz.
En önemli element olan Motivasyon sadece siyasi irade değil; toplumsal kabuldür (social acceptance). Kamuoyu desteği, sanayi güveni, ortak vizyon… Bunlar olmadığı sürece, hiçbir savunma programı sürdürülebilir olamaz.
Türkiye bu konuda da önemli bir örnektir. Avrupa’daki birçok müttefikin aksine, Türkiye hiçbir zaman bir “barış temettüsü” (peace dividend) yaşayamadı. Terör tehdidi, bölgesel krizler ve revizyonist aktörlerle çevrili bir güvenlik ortamında varlık göstermeye çalıştı.
Bu durum, güçlü bir ulusal savunma sanayi ihtiyacını toplumun her kesiminde kabul gören bir hedef haline getirdi. Bu kabulle birlikte siyasi destek, finansman ve stratejik vizyon geldi. Özellikle son 20 yılda daha da güçlenen bu siyasi irade, toplumsal kabul ile birlikte, Türkiye'nin savunma sanayiinde kat ettiği mesafenin itici gücü oldu.
Savunma kapasitesi boşlukta kurulmaz. Sosyal meşruiyet ister. Politik kararlılıkla ve bütçeyle desteklenmelidir.
Sonuç olarak, İttifak bu üç temel unsuru -Dayanıklılık, Uyum Yeteneği ve Motivasyon- müşterek bir vizyona dönüştürmek zorundadır.
Savunma sanayi politikalarını ulusal bir detay olarak değil, kolektif caydırıcılığın ve harekât hazırlığının merkezi unsuru olarak görmeliyiz.
Türk tecrübesi, tehdit algısı, toplumsal irade ve sanayi politikası birleştiğinde dönüşümün mümkün olduğunu göstermektedir.
NATO, bu istikamette ortak bir anlayış, vizyon ve dil inşa etmelidir. Zira modern harekât ortamı bizden bunu talep etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder