"Endotermik", daha ziyade kimya alanında kullanılan bir terim. Kelime anlamı itibariyle "ısı alan" (endo = içeri, iç; termik = ısıl) kimyasal tepkimeleri tanımlıyor.
Endotermik tepkimeler, gerçekleşmek için dışarıdan gelecek enerjiye ihtiyaç duyarlar. Çoğu endotermik tepkimede bu enerji, ısı formundadır. Zıddı ise "egzotermik", yani ısıveren tepkimelerdir: Bunlar ise gerçekleşince enerji açığa çıkarırlar.
Bu kavramı savunma ve güvenlik alanında, düşünce yapısı ("paradigma") veya sistemin işleyişi için de uyarlamak mümkün. Güvenliğin endotermik ve egzotermik çeşitleri olduğu iddia edilebilir. Hatta çok daha genel olarak devletin yapısı ve işleyişi için de kullanılabilir; "endotermik devletlerin" varlığından bahsedilebilir (*).
Peki nedir endotermik güvenlik?
Ulusal savunma ve güvenlik sisteminin merkezindeki en temel bileşen, doğal olarak silahlı kuvvetlerdir. Ülkenin sınırlarının korunması yanında, ulusal menfaatlerin sınır ötesinde korunması ve kollanması da silahlı kuvvetlerin asli görevlerindendir. Orduya ek olarak istihbarat servisleri, kolluk kuvvetleri, araştırma merkezleri ve üniversiteler, diğer kamu kurumları, genişleyen halkalar dahilinde, savunma ve güvenlik mekanizmasının dişlileridir.
Bu mekanizmanın çalışması için, tüm bu sayılan sistemlerin uyum ve eşgüdüm içinde hareket etmesi şarttır. Bunun için de kurumlar arası ve kurumlar içi iletişim ve birlikte çalışma kültürü gereklidir. Asker - sivil işbirliği, denetlenebilirlik, açıklık ve şeffaflık diğer temel unsurlardır.
Ancak bu sistemin çalışması, daha doğrusu çalışma şekli daha öznel bir şeye bağlı. Bir çeşit "ruh" ya da "kafa yapısı" gibi.
Türkiye'nin 1952 yılında NATO'ya girmesi, bir tercihin sonucu idi. Türkiye, Varşova Paktı ve SSCB karşısında Atlantik İttifakı'nı seçti. SSCB, Türkiye'nin doğrudan sınır komşusu, en önemli ulusal güvenlik tehdit kaynağı idi; 2. Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki toprak talebi söz konusu kaygıları tetiklemişti. Ancak müteakip süreçte Türkiye, ulusal savunma altyapısını neredeyse tamamen NATO'ya endeksli bir şekilde kurguladı. Tüm savunma ihtiyaç planlama, tedarik, işletme ve idame süreçleri, askeri yardım ve hibelere bağlı olarak yönetildi. Her yıl askeri ihtiyaç listeleri, "isteyenin bir yüzü kara" kabilinden hazırlanıp ABD'ye gönderildi, ne verildiyse o kullanıldı. Eğitim ve doktrin içerikleri de ha keza.
Tüm savunma doktrini, olası bir savaşta SSCB'nin Doğu Anadolu'nun içlerinde ve Boğazlar'da durdurulması, böylelikle Avrupa'da savaşacak NATO birliklerine nefes aldırılması üzerine kuruluydu. Hava, kara ve deniz kuvvetlerinin tüm donatımları, eğitimleri ve taktik ve stratejileri, bu "görev" merkezinde şekillendirilmişti. Dolayısıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) herhangi bir kuvvet aktarımı (force projection) imkân, kabiliyet ya da "kültürü" bulunmuyordu. Bu durum, 1964 Kıbrıs Krizi'nde acı bir şekilde tecrübe edilmiştir. Çıkarma gemileri olmayan Türkiye, adadaki krize askeri müdahalede bulunamamış, bir 10 yıl beklemek zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin savunma ve güvenlik mekanismasının, pasif savunma modunda çalıştığını iddia etmek mümkündür. Ne var ki bu mod, Soğuk Savaş'ın bitişinden sonra da devam etmiştir.
Bazı örnekler üzerinden gidelim.
Önce İran - Irak Savaşı sırasında her iki tarafın birbirinin şehirlerine balistik füzelerle saldırması ve ardından 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak'ın İsrail ve Suudi Arabistan'a SCUD ve türevi füzeleri atması, bu tip silahların oluşturduğu tehdidi kamuoyunun gündemine taşıdı. Türkiye'nin tüm komşularının çeşitli kabiliyetlerde balistik füze kabiliyeti bulunuyordu ve özellikle Irak ve İran'ın geniş kapsamlı, iddialı füze programları, uzun menzillere erişebilen, yüksek miktarda harp başlıkları ile donatılabilen füzeleri hedeflemekteydi.
Bu ahval ve şerait içinde Türkiye, ne 1990'lı ne de 2000'li yıllarda herhangi ciddi bir hava savunma sistemi yatırımı yapmadı. İkinci el olarak tedarik edilen ve kısmen modernize edilen HAWK'lar ya da bulunduğu konumu koruyabilen Rapier'ler, kayda değer bir hava savunma şemsiyesi sağlama kabiliyetine sahip değillerdi. Dolayısıyla Türkiye'nin stratejik seviye hava savunması, yalnızca F-16'larla sağlandı. Hala da öyle.
Bir türlü kapatılamayan bu zafiyet, 2003 Körfez Savaşı ve Suriye İç Savaşı sırasında NATO'dan yardım istenmesine neden oldu. Her iki dönemde de NATO müttefikleri, çoğunlukla kısıtlı sürelerle hava savunma bataryaları sevkettiler. En son Almanya ve ABD'nin PATRIOT bataryalarını geri çekmelerinde olduğu gibi bu desteklerin kapsam ve süreleri epey sınırlı oldu.
Kendi imkânları ile alçak ve orta irtifa hava savunma sistemleri geliştirmeye çalışan Türkiye, eğer projelerde herhangi bir gecikme ya da aksama olmazsa, 2020 - 2021 civarında bu tipteki ilk sistemleri hizmete almaya başlayacak. Yüksek irtifa - uzun menzil hava savunma sistemi ise bambaşka bir yılan hikayesi. Dolayısıyla, 1991 Körfez Savaşı'nı ihtiyacın aciliyetinin anlaşılması açısından milat olarak kabul edersek yaklaşık 30 - 35 yılda kapatılamayan ciddi bir zafiyet söz konusu.
Bu, sadece teknik boyutta incelenebilecek, askeri bir konu değildir. Zira bu denli stratejik seviyede bir kabiliyet eksikliği, ulusal güvenlik, diplomasi ve uluslararası siyaset alanlarında da ciddi etkilere sahiptir. Nitekim ihtiyaç kapıya dayandığında NATO müttefiklerinden yardım istenmekte, bu yardımlar, karmaşık pazarlıklara konu olmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye, güvenliğinin teminatı için siyasi ve askeri sermaye (enerji) tüketmektedir.
Konunun başka bir boyutu daha bulunmakta.
2006 yılında Hizbullah'ın İsrail'e yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ve kısa süre sonra aynı yılın Temmuz ayında geniş kapsamlı çatışmalara giden süreçte, roketlerin sivil yerleşim alanlarına yönelik tehditleri gözler önüne serildi. Hizbullah'ın gerek İran'dan tedarik ettiği, gerekse merdiven altı atölyelerde imal ettiği yüzlerce roket, sivil halk üzerinde kayıplara, toplumda psikolojik baskıya neden oldu. İsrail ordusu, ciddi bir kuvvetle girdiği Lübnan'da ağır kayıplar verdi ve etkili bir sonuç alamadı. Hizbullah'ın kullandığı roketlerin üretimi hızlı, basit ve ucuzdu. İsabet hassasiyetleri oldukça düşük olmasına rağmen geniş bir alanda yüksek sayıda kullanılmaları, etkili sonuçlar almalarını sağlıyordu. İsrail ise bu roketlerin teşkil ettiği tehdidi makul seviyelere indirmek için istihbarat, keşif ve gözetleme sistemleri ile karmaşık hava savunma sistemlerine büyük kaynaklar ayırdı. 2006 savaşından alınan dersler ışığında 2008 - 2009 arası dönemde uygulanan teknik ve taktiklerle, Gazze Şeridi'ndeki HAMAS roket bataryalarına karşı etkili saldırılar gerçekleştirildi.
Tüm bu süreç, geçtiğimiz 10 yıl içinde Hatay'dan yaklaşık 300 - 350km güneyde gerçekleşti. Devlet dışı aktörlerin ve terörist örgütlerin düşük maliyete, kolay ve hızlı bir şekilde imal edebildikleri roketlerle sivil nüfus üzerinde kayda değer bir tehdit oluşturabildikleri görüldü. Basit tezgahlar ve malzemeler kullanılarak imal edilen bu tip silahlardan çok sayıda üretilebildiği, bunların farklı taktiklerle ateşlendikleri gözlendi. Askeri ya da stratejik hedeflere karşı ciddi bir tehdit olmamalarına rağmen, sivil nüfusu üzerinde yılgınlık, panik yaratabildikleri, dolayısıyla siyasi ve psikolojik olarak ciddi değer taşıdıkları görüldü.
Tehdit ve ortam koşulları bu şekilde evrildi. Aynı tip saldırılarla Türkiye, Suriye İç Savaşı dolayısıyla tanıştı. Hava savunması tamamen F-16'lara dayalı olarak teşkil edilmiş ülkenin, sınır hattının bir iki km ötesinden, kamyonete monteli fırlatıcılardan ateşlenen roketleri tespit, teşhis ya da imha etme imkânı yoktu. Halbuki bu tip silahlara karşı C-RAM gibi, Iron Dome gibi çözüm ve sistemler son 10 yıldır tartışılmakta, üretilmekte ve test edilmektedir.
Reaksiyoner, edilgen bir paradigma ile inşa edilen savunma mekanizması, değişen ve dönüşen tehdit ortamını zamanında okuyamamış, okuyabilmişse bile önalıcı tedbirler geliştirememiştir. Söz konusu roketlerden en fazla zararı gören Kilis ve Kilisli vatandaşların savunması, Kilis'te sağlanmaya çalışılmıştır.
Eski Alman Savunma Bakanı Peter Struck, "Almanya'nın güvenliği Hindu Kuş dağlarında savunulmaktadır" diyerek, ülkesinin savunma ve güvenlik paradigmasına dair önemli bir ipucu vermiştir. Tarihi, kültürel, ekonomik, ticari ve siyasi özkütlesinden dolayı Türkiye'nin, çevresindeki Dört Deniz'e dair daimi bir savunma ve güvenlik algısı geliştirmesi gereklidir. Bu algı ancak, söz konusu bölgelerin coğrafya, kültür, ekonomi, din, tarih gibi olgularına dair ciddi bir entelektüel ve akademik sermaye birikimi ile geliştirilebilir. Askeri - teknik imkânlar, bu algının üreteceği çıktılardır. Ulusal savunma, hele hele Türkiye gibi bir ülke için, gelebilecek saldırılara karşı edilgen bir vizyon ile tasarlanamaz.
*: "Endotermik devlet" teriminin isim babası değerli dostum Haluk Bulucu'ya selamlarımla...
Endotermik tepkimeler, gerçekleşmek için dışarıdan gelecek enerjiye ihtiyaç duyarlar. Çoğu endotermik tepkimede bu enerji, ısı formundadır. Zıddı ise "egzotermik", yani ısıveren tepkimelerdir: Bunlar ise gerçekleşince enerji açığa çıkarırlar.
Bu kavramı savunma ve güvenlik alanında, düşünce yapısı ("paradigma") veya sistemin işleyişi için de uyarlamak mümkün. Güvenliğin endotermik ve egzotermik çeşitleri olduğu iddia edilebilir. Hatta çok daha genel olarak devletin yapısı ve işleyişi için de kullanılabilir; "endotermik devletlerin" varlığından bahsedilebilir (*).
Peki nedir endotermik güvenlik?
Ulusal savunma ve güvenlik sisteminin merkezindeki en temel bileşen, doğal olarak silahlı kuvvetlerdir. Ülkenin sınırlarının korunması yanında, ulusal menfaatlerin sınır ötesinde korunması ve kollanması da silahlı kuvvetlerin asli görevlerindendir. Orduya ek olarak istihbarat servisleri, kolluk kuvvetleri, araştırma merkezleri ve üniversiteler, diğer kamu kurumları, genişleyen halkalar dahilinde, savunma ve güvenlik mekanizmasının dişlileridir.
Bu mekanizmanın çalışması için, tüm bu sayılan sistemlerin uyum ve eşgüdüm içinde hareket etmesi şarttır. Bunun için de kurumlar arası ve kurumlar içi iletişim ve birlikte çalışma kültürü gereklidir. Asker - sivil işbirliği, denetlenebilirlik, açıklık ve şeffaflık diğer temel unsurlardır.
Ancak bu sistemin çalışması, daha doğrusu çalışma şekli daha öznel bir şeye bağlı. Bir çeşit "ruh" ya da "kafa yapısı" gibi.
Türkiye'nin 1952 yılında NATO'ya girmesi, bir tercihin sonucu idi. Türkiye, Varşova Paktı ve SSCB karşısında Atlantik İttifakı'nı seçti. SSCB, Türkiye'nin doğrudan sınır komşusu, en önemli ulusal güvenlik tehdit kaynağı idi; 2. Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki toprak talebi söz konusu kaygıları tetiklemişti. Ancak müteakip süreçte Türkiye, ulusal savunma altyapısını neredeyse tamamen NATO'ya endeksli bir şekilde kurguladı. Tüm savunma ihtiyaç planlama, tedarik, işletme ve idame süreçleri, askeri yardım ve hibelere bağlı olarak yönetildi. Her yıl askeri ihtiyaç listeleri, "isteyenin bir yüzü kara" kabilinden hazırlanıp ABD'ye gönderildi, ne verildiyse o kullanıldı. Eğitim ve doktrin içerikleri de ha keza.
Tüm savunma doktrini, olası bir savaşta SSCB'nin Doğu Anadolu'nun içlerinde ve Boğazlar'da durdurulması, böylelikle Avrupa'da savaşacak NATO birliklerine nefes aldırılması üzerine kuruluydu. Hava, kara ve deniz kuvvetlerinin tüm donatımları, eğitimleri ve taktik ve stratejileri, bu "görev" merkezinde şekillendirilmişti. Dolayısıyla, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) herhangi bir kuvvet aktarımı (force projection) imkân, kabiliyet ya da "kültürü" bulunmuyordu. Bu durum, 1964 Kıbrıs Krizi'nde acı bir şekilde tecrübe edilmiştir. Çıkarma gemileri olmayan Türkiye, adadaki krize askeri müdahalede bulunamamış, bir 10 yıl beklemek zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde Türkiye'nin savunma ve güvenlik mekanismasının, pasif savunma modunda çalıştığını iddia etmek mümkündür. Ne var ki bu mod, Soğuk Savaş'ın bitişinden sonra da devam etmiştir.
Bazı örnekler üzerinden gidelim.
Önce İran - Irak Savaşı sırasında her iki tarafın birbirinin şehirlerine balistik füzelerle saldırması ve ardından 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak'ın İsrail ve Suudi Arabistan'a SCUD ve türevi füzeleri atması, bu tip silahların oluşturduğu tehdidi kamuoyunun gündemine taşıdı. Türkiye'nin tüm komşularının çeşitli kabiliyetlerde balistik füze kabiliyeti bulunuyordu ve özellikle Irak ve İran'ın geniş kapsamlı, iddialı füze programları, uzun menzillere erişebilen, yüksek miktarda harp başlıkları ile donatılabilen füzeleri hedeflemekteydi.
Bu ahval ve şerait içinde Türkiye, ne 1990'lı ne de 2000'li yıllarda herhangi ciddi bir hava savunma sistemi yatırımı yapmadı. İkinci el olarak tedarik edilen ve kısmen modernize edilen HAWK'lar ya da bulunduğu konumu koruyabilen Rapier'ler, kayda değer bir hava savunma şemsiyesi sağlama kabiliyetine sahip değillerdi. Dolayısıyla Türkiye'nin stratejik seviye hava savunması, yalnızca F-16'larla sağlandı. Hala da öyle.
Bir türlü kapatılamayan bu zafiyet, 2003 Körfez Savaşı ve Suriye İç Savaşı sırasında NATO'dan yardım istenmesine neden oldu. Her iki dönemde de NATO müttefikleri, çoğunlukla kısıtlı sürelerle hava savunma bataryaları sevkettiler. En son Almanya ve ABD'nin PATRIOT bataryalarını geri çekmelerinde olduğu gibi bu desteklerin kapsam ve süreleri epey sınırlı oldu.
Kendi imkânları ile alçak ve orta irtifa hava savunma sistemleri geliştirmeye çalışan Türkiye, eğer projelerde herhangi bir gecikme ya da aksama olmazsa, 2020 - 2021 civarında bu tipteki ilk sistemleri hizmete almaya başlayacak. Yüksek irtifa - uzun menzil hava savunma sistemi ise bambaşka bir yılan hikayesi. Dolayısıyla, 1991 Körfez Savaşı'nı ihtiyacın aciliyetinin anlaşılması açısından milat olarak kabul edersek yaklaşık 30 - 35 yılda kapatılamayan ciddi bir zafiyet söz konusu.
Bu, sadece teknik boyutta incelenebilecek, askeri bir konu değildir. Zira bu denli stratejik seviyede bir kabiliyet eksikliği, ulusal güvenlik, diplomasi ve uluslararası siyaset alanlarında da ciddi etkilere sahiptir. Nitekim ihtiyaç kapıya dayandığında NATO müttefiklerinden yardım istenmekte, bu yardımlar, karmaşık pazarlıklara konu olmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye, güvenliğinin teminatı için siyasi ve askeri sermaye (enerji) tüketmektedir.
Konunun başka bir boyutu daha bulunmakta.
2006 yılında Hizbullah'ın İsrail'e yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ve kısa süre sonra aynı yılın Temmuz ayında geniş kapsamlı çatışmalara giden süreçte, roketlerin sivil yerleşim alanlarına yönelik tehditleri gözler önüne serildi. Hizbullah'ın gerek İran'dan tedarik ettiği, gerekse merdiven altı atölyelerde imal ettiği yüzlerce roket, sivil halk üzerinde kayıplara, toplumda psikolojik baskıya neden oldu. İsrail ordusu, ciddi bir kuvvetle girdiği Lübnan'da ağır kayıplar verdi ve etkili bir sonuç alamadı. Hizbullah'ın kullandığı roketlerin üretimi hızlı, basit ve ucuzdu. İsabet hassasiyetleri oldukça düşük olmasına rağmen geniş bir alanda yüksek sayıda kullanılmaları, etkili sonuçlar almalarını sağlıyordu. İsrail ise bu roketlerin teşkil ettiği tehdidi makul seviyelere indirmek için istihbarat, keşif ve gözetleme sistemleri ile karmaşık hava savunma sistemlerine büyük kaynaklar ayırdı. 2006 savaşından alınan dersler ışığında 2008 - 2009 arası dönemde uygulanan teknik ve taktiklerle, Gazze Şeridi'ndeki HAMAS roket bataryalarına karşı etkili saldırılar gerçekleştirildi.
Tüm bu süreç, geçtiğimiz 10 yıl içinde Hatay'dan yaklaşık 300 - 350km güneyde gerçekleşti. Devlet dışı aktörlerin ve terörist örgütlerin düşük maliyete, kolay ve hızlı bir şekilde imal edebildikleri roketlerle sivil nüfus üzerinde kayda değer bir tehdit oluşturabildikleri görüldü. Basit tezgahlar ve malzemeler kullanılarak imal edilen bu tip silahlardan çok sayıda üretilebildiği, bunların farklı taktiklerle ateşlendikleri gözlendi. Askeri ya da stratejik hedeflere karşı ciddi bir tehdit olmamalarına rağmen, sivil nüfusu üzerinde yılgınlık, panik yaratabildikleri, dolayısıyla siyasi ve psikolojik olarak ciddi değer taşıdıkları görüldü.
Tehdit ve ortam koşulları bu şekilde evrildi. Aynı tip saldırılarla Türkiye, Suriye İç Savaşı dolayısıyla tanıştı. Hava savunması tamamen F-16'lara dayalı olarak teşkil edilmiş ülkenin, sınır hattının bir iki km ötesinden, kamyonete monteli fırlatıcılardan ateşlenen roketleri tespit, teşhis ya da imha etme imkânı yoktu. Halbuki bu tip silahlara karşı C-RAM gibi, Iron Dome gibi çözüm ve sistemler son 10 yıldır tartışılmakta, üretilmekte ve test edilmektedir.
Reaksiyoner, edilgen bir paradigma ile inşa edilen savunma mekanizması, değişen ve dönüşen tehdit ortamını zamanında okuyamamış, okuyabilmişse bile önalıcı tedbirler geliştirememiştir. Söz konusu roketlerden en fazla zararı gören Kilis ve Kilisli vatandaşların savunması, Kilis'te sağlanmaya çalışılmıştır.
Eski Alman Savunma Bakanı Peter Struck, "Almanya'nın güvenliği Hindu Kuş dağlarında savunulmaktadır" diyerek, ülkesinin savunma ve güvenlik paradigmasına dair önemli bir ipucu vermiştir. Tarihi, kültürel, ekonomik, ticari ve siyasi özkütlesinden dolayı Türkiye'nin, çevresindeki Dört Deniz'e dair daimi bir savunma ve güvenlik algısı geliştirmesi gereklidir. Bu algı ancak, söz konusu bölgelerin coğrafya, kültür, ekonomi, din, tarih gibi olgularına dair ciddi bir entelektüel ve akademik sermaye birikimi ile geliştirilebilir. Askeri - teknik imkânlar, bu algının üreteceği çıktılardır. Ulusal savunma, hele hele Türkiye gibi bir ülke için, gelebilecek saldırılara karşı edilgen bir vizyon ile tasarlanamaz.
*: "Endotermik devlet" teriminin isim babası değerli dostum Haluk Bulucu'ya selamlarımla...
3 yorum:
Hepimiz güvende olmak ve devletimizin güçlü olmasını istiyoruz, bürokrasiyi ve yöneticileri silkeleyip kendine getirecek bir öneriniz var mı? BU tip işleri denetleyip tenkit eden ve bunları duyuran, bu işle uğraşanların etkinliğini artıracak sivil örgütler kurulabilir mi?
sivil örgüt derken düşünce kuruluşu (think tank) mı kastediyorsunuz? Evet, yol buraya gidiyor gibi gözüküyor. bu işlerin sadece askerlerin egemenliğinde olmaması lazımsa sözü dinlenir, saygın insanlardan müteşekkil düşünce kuruluşları olmalı.
Uygur
I'm not sure exactly why but this blog is loading extremely slow for me. Is anyone else having this issue or is it a problem on my end? I'll check back later on and see if the problem still exists. paypal login my account
Yorum Gönder