09/09/2006

Lübnan ve Türkiye İçin Önemi


Lübnan'ın Türkiye açısından öneminin son dönemde bilhassa iki olaydan sonra çok daha fazla arttığını düşünüyorum. Bu iki olay da:

1. GKRY'in AB üyeliği,

2. Türkiye'nin enerji alanındaki -Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin hayat geçmesiyle sembolik olarak vücut bulan- artan önemi.

Açmak gerekirse,

Kıbrıs adası Levant'ın eşiğinde ve Anadolu'nun hemen altında, çok ilginç bir pozisyonda bulunmakta. Aynı anda hem bir ileri karakol (popüler deyimiyle "asla batmayacak bir uçak gemisi") hem de bir düğüm noktası durumunda.

Kıbrıs'a baktığımda başlıca üç hat ile çevrelendiğini görüyorum:

1. Anamur - Mersin - İskenderun hattı

2. Rodos - Karpat - Girit hattı

3. Lazkiye - Beyrut - Hayfa hattı

Anadolu'nun Levant'la dolayısıyla Akdeniz'le bağlantısını sürekli kılmak için Kıbrıs'ın güvenliğinin sağlanması ve Kıbrıs'ın bir şekilde Anadolu ile daimî bir bağının mevcut olması gerekir. 1974'e kadar bu bağ salt garantörlük hakkı ile, 1974'ten sonra adadaki Türk askeri ile, 1983'ten sonra da KKTC ve Türk askeri ile sağlanmıştır.

Kıbrıs'ın Anadolu ile bağı bu şekilde korunabilmiştir, ancak bunun bir anlam ifade edebilmesi için kanımca, paradoksal bir biçimde Kıbrıs'ın izole edilmesi, Türkiye'ninki hariç bağlarının koparılması gerekir.

Kıbrıs'ın Anadolu ile kurulanki hariç bağları politik, askeri, ekonomik şekillerde tezahür edebilecek organik bağlar olabileceği gibi, tam tersine, haricî tehditler de olabilir. Yani Kıbrıs'a diğer stratejik istikametlerden gelecek hamleler de ada ile bir şekilde bağ oluşturacak, neticede adanın Anadolu ile olan bağını tehdit edecektir.

Halihazırda bu bağlardan bir tanesi katı bir gerçeklikle Türkiye'nin önündedir.

Yunan anakarasının ötesindeki Rodos - Girit yayı, ortak savunma anlaşması ile Güney Kıbrıs'la birleşmiştir. Gerek Yunanistan'ın gerekse GKRY'nin silahlanmaya ayırdığı büyük bütçeler bu bağın temelini atmış, GKRY'nin AB üyeliği ile katılaştırmıştır. Ve işte bu gelişme, Türkiye'nin jeopolitik olarak boğulmasına demeyim ama, daha zor nefes almasına sebep olmuştur.

Türkiye'nin bu bağı koparmasının iki yolu vardır:

1. Yunanistan ve GKRY ile topyekün bir savaş,

2. AB'ye tam üyelik.

Türkiye askeri açıdan sayısal üstünlüğünün yanına son dönemde eklediği teknolojik ilerlemeyi de katarak, uzun süreli bir savaşta Yunanistan - Kıbrıs bağını kopartabilir. Bu biçimde, yerel ölçekte olmayan topyekün bir savaşın ekonomik, politik ve askeri sonuçları yakıcı olacaktır, ancak bahsettiğim bağı kesmede nihaî olmasa bile orta-uzun vadede etkili olma ihtimali mevcuttur.

İkinci seçenek ise Türkiye ile Yunanistan'ın aynı jeopolitik safta yer alması sonucunu doğuracağı için, etkisi uzun veya çok uzun vadeli olacaktır.

Öte yandan GKRY'nin AB üyeliği, jeopolitik olarak, Anadolu'nun Akdeniz'e erişiminde Kıbrıs adasının doğu bölgesinin güvenliğinin önemini daha da artırmıştır. Burada da yazımın başında bahsettiğim ikinci olay devreye girmekte: Yani Türkiye'nin bir enerji dağıtım kavşağı olarak öne çıkışı.

Kıbrıs adasının "burnunun ucu", küresel ekonomik sistemin beslenmeye devam edebilmesi için gerekli Azeri / Orta Asya enerjisini dünyaya ulaştıracak çıkış noktasını işaret etmektedir. Lazkiye - Beyrut - Hayfa hattı da bu burnu seyretmektedir.

Jeopolitik olarak bahsettiğim hat, yek bir cephe değildir. Hat üç ülke tarafından bölünmüştür. Yakın geçmişe kadar hattın ortasındaki Lübnan iki ülke tarafından paylaşılmış ve bir kara delik durumundaydı. Son dönemde Lübnan'ın yeniden yapılanması ve başka bir aktörün bu hatta doğru tazyik uygulaması eşzamanlı gerçekleşmektedir.

2003 sonrası Irak'taki Şiiler üzerindeki nüfuzu, ardından Baas rejimine meşruiyetini kanıtlama ve yerini sağlamlaştırma derdinde olan oğul Esad'ın Suriye'si ile derinleştirdiği ilişkileri ve nihayetinde Hamas ve Hizbullah vasıtası ile Lübnan ve Filistin'deki artan etki alanı ile İran, Levant'a doğru bir hamle yapmaktadır. Irak'ın işgali sonrası uluslararası arenada manevra alanı son derece daralan ve çıkış yolu olarak Kaddafi Libya'sının izlediği yolu seçmek istemeyen Beşar Esad, İran'ın bu hamlesine elinden gelen yardımı, pragmatik sınırlar çerçevesinde, veriyor gözükmekte. Ancak gerek İran'ın bu momentumu, gerekse Suriye'nin HAMAS piyonunu daha agresif biçimde kullanmaya başlaması çok kritik bir öneme sahiptir: Bu adımlar, nihayetinde Lazkiye - Beyrut hattını birleştirirler.

Şii İran etki alanının bu şekilde Levant sahillerine ulaşması doğrudan Kıbrıs'ı ve dolaylı değil, yine doğrudan Türkiye'yi tehdit eder. Halihazırda "zor nefes alan" Türkiye, boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Türkiye'nin Lazkiye - Beyrut bağlantısını kesmesinin de, yukarıda saydıklarıma benzer iki yolu vardır:

1. Suriye ile topyekün ya da mahdut hedefli savaş

2. Lübnan ile artırılacak ve akabinde pekiştirilecek ekonomik ve siyasi ilişkiler.

Birinci seçeneğe Türkiye 1998 yılında birkaç adım yaklaşmıştır. Hatay'dan doğruca güneye doğru indirilecek bir koridor ya da daha sınırlı ölçekte olsa da Lazkiye'nin bertaraf edilmesi, uzak olmayan gelişmelerdi. Teröristbaşının Suriye'den çıkarılması ve yumuşama eğilimi gösteren ilişkiler ışığında bir savaş ihtimali oldukça azalmış görünmekte.

İkinci seçeneğin ise yegâne ön şartı: Lübnan'da merkezi hükümetin ülkede tam egemenliği sağlaması ve Lübnan'ın uluslararası sisteme yeniden eklemlenmesidir.

Türkiye, Doğu Bloku'nun yıkılmasından sonra Karadeniz ülkeleri ve Rusya'da gösterdiği ekonomik ve ticari atılımın bir benzerini, Lübnan'ı atlama tahtası olarak kullanarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da tekrarlayabilir. Bombardımanı altında harap olan, altyapısı çöken Lübnan'ın yeniden imarında Türkiye vakit kaybetmeden devreye girmeli, bölgeye işadamları ile çıkartma yapmalıdır. Bu faaliyet, aynı zamanda Lübnan'da ekonomik hayatı tekrar canlandırıp, belli bir dereceye kadar sınırlı da olsa istihdam olanağı sağlayacağı için, düzenin yeniden oluşturulmasına katkı sağlayabilir. İlaveten karşılıklı ekonomik işbirliği ile Türkiye'nin bölgedeki etkisini artıracağı için Levant'a doğru uygulanan İran tazyiği engellenmiş olur.

Ancak bunlar için öncelikle Lübnan'da güvenliğin yeniden tesisi ve Lübnan hükümetinin ülkede denetimi tam olarak sağlaması gerekmektedir. Hizbullah etkin bir politik ve sosyal hareket olmalı, ancak Lübnan halkının savunmasını (Türkiye tarafından eğitilecek) Lübnan ordusu sağlamalıdır.

Bu şekilde Türkiye,

1. Kıbrıs'ın, dolayısıyla Akdeniz'e bağlantısının güvenliğini garantiye almış olur,

2. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'daki etki alanını genişletir,

3. İran - Suriye ittifakının momentumunu absorbe ederek varlık sebebini zayıflatır, İran'ın orantısız bir üstünlük kazanmasını önler, dolayısıyla tehlikeli boyutlara ulaşma riski taşıyan Şii yükselişinin önünü almada etkili olur.

Lübnan'a BM Barış Gücü UNIFIL bünyesinde asker gönderilmesi bahsettiğim bu hususlar için gerek ön koşuldur, ama yeter değildir. Askerin niteliği, sayısı, süngüsünün kanımca çok da hükmü yoktur. Yeniden imar edilecek ve toparlanacak Lübnan'da söz sahibi olacaksak oraya göndereceğimiz esas askerlerimiz işadamlarımız (özellikle inşaat ve hizmet sektörü) olacaktır. Ancak önce onlar için yolu açmamız gerekmektedir.

Not: Merak edenler yazıda kaç kere "İsrail" kelimesi geçtiğini sayabilirler...

Hiç yorum yok: