12 yaşındayım.. Anadolu Lisesi'ni yeni kazanmışım; "Kolej"liyim artık. Bir heyecan, bir gurur ki sorma gitsin.. Hazırlık sınıfında yoğun İngilizce derslerinin stresini arkadaşlarımla haylazlık yaparak atabiliyorum ancak. En büyük eğlencemiz de teneffüslerde "kovalamaca" oynamak. Ama öyle sıradan kovalamaca değil. "Ebe" olan tüm okul koridorlarında koşacak, gerekirse başka sınıflara saklanacak, kendini kamufle edecek; diğerleri de onu bulmaya çalışacak. Okul binası dışına çıkmak yasak, tuvaletlere saklanmak yasak. Her teneffüs üçlü çetemizde bir başkası "ebe" oluyor, sıra bende.
Deli gibi koşmaya başlıyorum. İzimi kaybettirmeli, kalabalık arasında kaybolmalıyım. Yakalayamamalılar beni. Gurur meselesi yaptım çünkü beni bulamamalarını. Lise 3'lerin koridoruna koşuyorum. Oralar "büyük abi"lerin alanı olduğu için "hazırlık bebeleri"nin o bölgeye gitmeye üşeneceklerini düşünüyorum. Kalabalık koridorda zig zaglar çizerek koşuyorum.
Birden dünyam kararıyor, gözlerimde şimşekler çakıyor, ayaklarım yerden havalanıyor. Nefesim kesiliyor. Şoka giriyorum.
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey, eğilmiş bana bakan fizikçinin hayretle çarpılmış suratı. Aynı zamanda müdür yardımcısı olan hoca 1.80 boylarında, ben miniminnacığım. Buz mavisi gözleri, kişisel karizmasını iyice artırmış, tatlı-sert mizacı ile çekindiğim bir figür. O an damarlarımda dolaşan adrenalinin kaynağı kovalamacanın heyecanından "üç buçuk"a dönüşüveriyor! Yakalandım, hem de müdür yardımcısına hem de Erdem Hoca'ya
Bu arada kulaklarımdaki uğultu geçince ilk duyduğum ses, hocanın arkasındaki bir öğrencinin "hocam n'aptınız, öldürdünüz çocuğu" diye geçtiği dalga oluyor.
İlk refleks olarak kaçmaya çalışıyorum. Ama o da ne! Hareket edemiyorum. Koşmak için her çabaladığımda yerime çakılıyorum. Bu arada Erdem Hoca da kendine geliyor çıkışıyor bana "dur evladım n'apıyorsun!"
Her şey ondan sonra anlaşılıyor:
Zig zag çizerek koşarken kapıya çok yaklaşmışım. Dersi bitiren hoca da sınıftan çıkarken kapıyı hızlı açmış. Dışarı doğru açılan kapının kolu bana çarpmış: Süveterimin göğüs hizasından içeri giren kapı kolu, gömleğimi parçalamış, ceketimin astarını içeriden delip, ceketin sağ kol ile omuz birleşim yerinden dışarı çıkmış. Kelimenin tam anlamıyla kapıya yapışmışım!!!
Hoca ve öğrencileri beni tutup ayağa kaldırıp kapıdan çıkartıyorlar. Bana bir şey oldu diye ödü patlayan hoca, korktuğumun aksine kızmıyor, sırtımı sıvazlayıp gönderiyor beni.
Sağ göğsümün üzerinde o kapı kolunun izi hala durur.
* * *
Aradan yıllar geçer. Lise son zamanları.. Üniversite sınavının stresi eziyor ruhumu. Erdem Hoca dershanede fizik derslerine giriyor. Elektrik konularından zerre anlamıyorum, öğrencilik hayatımın en berbat notlarımı alıyorum sınavlarda. Yok! Kafama girmiyor elektrik, devreler, dirençler. Erdem Hoca'dan yardım istiyorum, elektrik konularında ondan takviye almaya başlıyorum. Evine gittiğimde beni en çok etkileyen şey, çalışma odasının deyim yerindeyse tam teçhizat oluşu: Bilgisayar, yazıcı, müzik sistemi her şey birbirine bağlı. Bilgisayarda şak diye bir deneme sınavı hazırlayıp yazıcıdan çıktıyı alıp önüme koyuyor. Kendine has üslubu ile bana o Gordion Düğümü'nü çözdürüyor Erdem Hoca.
Bir gün yine böyle bir ders sırasında, çok iyi anlaştığım, bazen yanıma gelip kucağımda benimle ders dinleyen oğlu Eren giriyor odaya. "Arda Abi" diye yanıma koşuyor ama babası hemen odadan çıkartıyor. Sonra bana dönüyor Erdem Hoca, "sen çocukken suçiçeği olmuştun değil mi, bulaşmaz sana da değil mi?" "Olmuştum herhalde, hatırlamıyorum" diye cevap veriyorum.
Yaklaşık 3 gün sonra tüm vücudumu saran kırmızı beneklerle anlıyorum ki, çocukken suçiçeği geçirmemişim. 1 - 1.5 yatak döşek yatıyorum.
Ama Erdem Hoca'nın bana fiziği sevdirmesi, o zor gibi görünen elektrik - devre konularını anlaşılır kılması sayesinde üniversite sınavından Fizik bölümünden full çekiyorum, Teknik Üniversite'ye giriyorum.
* * *
Bende emeğin çok büyük Erdem Hoca. Işıklar içinde yat. Seni unutmayacağım...