Irak’ta 1968 yılında Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas Partisi’nin iktidarı ele geçirmesi, bölgedeki güç dengelerini temelden sarsan çok önemli bir gelişme olmuştur. Bir nevi diktatörlük niteliği taşıyan yönetimi ve özellikle Arap dünyasının liderliğine soyunması, Irak’ı dış ilişkiler ve İsrail konusunda daha aktif ve dolayısıyla daha agresif bir politika izlemeye yöneltmiştir. Bu politik aktivizme yönelimin bir diğer sebebi de diktatörlüklerin doğasında gelen güç ile kitleleri uyuşturma, halka zafer, ihtişam ve kudret vaat etme (ve kimi zaman bu vaadi yerine getirme) zorunluluğudur. Demokrasi geleneği olmayan toplumlarda güç ve dolayıyla güç temsilcisi araçlar halk desteği demektir.
İsrail’in 1948 yılında kurulması ve hemen ardından başlayıp uzun yıllar devam eden Arap – İsrail savaşları, aynı zamanda Arap devletleri arasında da çekişmelere sahne olmuştur. İsrail’in karşısına güçlü şekilde çıkan Arap devleti aynı zamanda diğer Arap devletlerine de önderlik etme şansı yakalama durumundadır. Bu güç dengesi –ya da dengesizlik durumu- 1979’daki İran İslam Devrimi ile bambaşka bir boyut kazanmıştır. İran’daki devrimin uluslar arası arenada en fazla etkileme potansiyeline sahip olduğu ülke Irak idi. Sonuçta Irak 1980 yılında İran’a saldırdı ve son derece kanlı, yoğun bir savaş başlamış oldu. Bu savaş, yukarıda bahsedilen Arap dünyası liderliği açısından Irak için bir nevi prestij meselesi olma özelliğini de taşımaktaydı.
Irak ilk olarak 1963 yılında SSCB’den deneme ve eğitim amaçlı bir reaktör satın almış ve 1969 yılında bu reaktörü çalıştırmaya başlamıştı. Aynı yıl imzalanan NPT (Non Profileration of Nuclear Weapons Treaty) anlaşması ile Irak, nükleer silah sahibi olmayacağını vaad etmişti. 1970’lere gelindiğinde Irak özellikle Fransa ile nükleer alanda yoğun bir işbirliği arayışına girdi. Fransa’nın 1976 yılında Irak’a 40 Megawatt gücünde bir araştırma reaktörü satmayı kabul etmesi ile bu çalışmalar daha da yoğunlaştı. Antik Mısır mitolojisinde ölüm tanrısı olan Osiris adındaki ve MTR (Material Testing Reactor) tipindeki bu reaktör, Irak için modifiye edildi ve ismi Osiris ve Irak kelimelerinin birleşmesi ile Osirak olarak konuldu. Irak yine 1976 yılında nükleer araştırma programını IAEA (Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu) denetimine açmayı kabul etti. Kurulacak reaktör için Bağdat’ın 20 km kadar güneydoğusundaki El Tuveythe seçildi ve Fransız teknisyen ve mühendisler gözetiminde çalışmalara başlandı. Reaktör, Irak tarafından, Baas Partisi’nin iktidara 1968’de iktidara geldiği aya ithafen Temmuz-1 olarak adlandırıldı.
Gerek Irak’ın nükleer alandaki çalışmaları gerekse Fransa ile işbirliği, İsrail’in yoğun tepkisini çekti. Daha önceden başka bir Müslüman ülke, Pakistan, nükleer silaha erişmiş bulunuyordu. Ancak bu sefer tehlike İsrail’e çok daha yakın durumdaydı. Ayrıca bu reaktörün MTR tipinde olması da Irak’ın bu teknolojiyi nükleer silah elde etmek için kullanabileceği şüphelerini uyandırıyordu. Zira test amaçlı olan MTR reaktörleri daha ziyade halihazırda nükleer santrale sahip ülkeler tarafından tercih edilmektedir. Ancak gerek Irak’ın IAEA ile yaptığı işbirliği ve tüm denetimleri kabul etmesi, gerekse Fransa’nın süreçte oldukça titiz davrandığını deklare etmesi, bu reaktörün gerçekten enerji amaçlı yapıldığını iddia eden kesimin elini güçlendirmekteydi.
1976 – 1979 yılları, İsrail’in Osirak konusunda Fransa’ya uyguladığı çok yoğun siyasi baskıya sahne oldu. Ancak Fransa’nın taviz vermez tavrı ve bazı değerlendirmelere göre İsrail’de yaklaşan seçimler bu girişimleri sonuçsuz bıraktı. Söz konusu yorumlar, dönemin İsrail Devlet Başkanı Menahem Begin’in seçmen karşısına girdiği politik mücadeleyi kaybetmiş ve en büyük düşmanlarından birinin nükleer silaha sahip olmasını engelleyememiş birisi olarak çıkmak istemediğini değerlendirmektedir. Politik girişimlerin sonuç vermeyeceği kararına varan Begin, Ekim 1979’da İsrail Savunma Güçleri (IDF) Genel Kurmay Başkanı’na, Osirak reaktörüne olası saldırı planlarını hazırlaması için direktif verdi. Bu emrin verilmesini sağlayan sebep olarak İsrail istihbaratının, Irak’ın Osirak reaktörünü inşa etmedeki amacının nükleer silah yapımı olduğu yönündeki raporu gösterilir. Begin’in saldırı fikrini hükümete sunması, bu konuda sert tartışmalara sebep oldu. Karara muhalefet edenlerin başlıca argümanları İsrail’in uluslar arası arenada saldırgan ve haksız konuma düşebileceği, o dönemde Irak ile iyi ilişkileri bulunan ABD’nin İsrail aleyhine tutum takınabileceği ve olası bir radyoaktif serpinti durumunda İsrail’in çok güç durumda kalabileceği idi. Bu süreç sonunda muhaliflerin en önde gelen isimlerinden Savunma Bakanı Ezer Weizmann 28 Ağustos 1980 tarihinde istifa etti. Bu gelişmeden kısa süre sonra Osirak bombalandı. Ancak İsrail değil, İran tarafından…
1980’de başlayan İran-Irak Savaşı, Irak’ın planladığı gibi gelişmedi ve Irak başlangıçta belirlemiş olduğu hiçbir taktik hedefe ulaşamadı. İran, devrimin kaos ortamından beklenmedik ölçüde çabuk sıyrıldı ve etkin bir direniş gösterdi. Savaş gittikçe daha da yoğunlaşmaya ve yayılmaya başladı. Bu durum hem Irak’ın nükleer programının yavaşlamasına hem de tüm dikkatinin İran cephesine odaklanmasına sebep oldu. İşte bu durumu lehine bir fırsat olarak gören İsrail, gizli kanallar ile İran’ı Osirak tesislerine saldırması konusunda teşvik etme çalışmalarına başladı ve buna ilaveten bazı istihbarat bilgilerini İran’a sağladı. Sonuç olarak 30 Eylül 1980’de İran Hava Kuvvetleri’ne ait F-4E Phantom uçaklarından oluşan bir filo, esas olarak Bağdat yakınlarındaki bir elektrik santralini vurma görevi ile havalandıkları bir sortide Osirak’ı da bombaladılar. Tesise sınırlı ölçekte hasar verildiği rapor edildi. Bu kısmi başarı bile İsrail için son derece önemli idi, İsrail’e ihtiyacı olan zamanı kazandırmıştı.
Osirak’a yapılacak saldırı planında en başta göz önüne alınması gereken konu, reaktöre yakıt konulmadan önce saldırılması gerektiği idi. Yakıt konulup devreye girmesinden sonra reaktöre verilecek hasar bölge için son derece ölümcül olabilecek bir radyoaktif sızıntıya sebep olabilirdi. Bu da İsrail’in uluslar arası durumu için son derece olumsuz bir etki yaratırdı. İlaveten tesislerin İsrail’e olan mesafesi bir takım teknik problemleri beraberinde getirmekteydi. O dönem IDF Hava Kuvvetleri envanterine yeni girmekte olan F-16A Block-5 uçakları bu görev için en uygun platformlar olarak seçildi. ( Burada ilginç olan nokta, saldırıda görev almış uçakların esasen İran için üretilmiş olmasıdır. İran, İslam Devrimi’nden önce 1976 yılında ABD’ye 160 (+140 opsiyon) adet F-16A/B siparişi vermiş, bu sipariş 1979’daki devrimle birlikte iptal edilmişti. Bu zamana kadar üretilmiş uçaklar ise İsrail’in siparişini karşılamak için bu ülkeye satılmıştı ). Osirak ile İsrail arasındaki 1100 km’lik mesafe F-16’ları menzil konusunda oldukça zorlayıcı görünmekteydi. Bu mesafeyi, hem de tespit edilmeden kat etmek için alçaktan uçmak, performans ve tasarım açısından oldukça kısıtlayıcıydı. Sonuç olarak F-16’ların iki adet kısa menzilli havadan havaya füze, iki adet 1000 kg’lik Mk.84 serbest düşümlü bomba ve üç adet yedek yakıt deposu şeklinde donatılmalarına karar verildi. Bu konfigürasyonda kendilerini korumaları çok zor olduğu için yol boyunca AIM-9 Sidewinder ve AIM-7 Sparrow yüklü F-15A’lar eskortluk yapacaktı. Kalkış üssü olarak Sina Yarımadası’nın kuzeyindeki Etzion üssü seçildi. Yol boyunca Ürdün, Suudi Arabistan ve Irak radarlarına tespit edilmemek için çok alçak irtifadan (9 - 20 metre) uçulacaktı.
Menahem Begin’in Ekim 1980’de verdiği direktifin ardından, Aralık ayında IDF Hava Kuvvetleri “Opera Operasyonu” adını verdiği saldırının planınlarını tamamladı ve bir rapor ile Menahem Begin’e operasyona hazır olduklarını bildirdi. Saldırı için belirlenen tarih 10 Mayıs 1981 idi. Ancak saldırıya kısa bir süre kala Şimon Peres’in önerisi ile plan iptal edildi: Fransa’daki genel seçimlerin sonucu beklenecekti. Eğer yeni hükümet İsrail’in taleplerini dinleyecek olursa bu riskli saldırıya gerek kalmayabilirdi. Ancak seçim galibi François Mitterrand da bu konuda tavır değişikliği yapmayınca saldırı emri tekrar verildi. Bu sefer belirlenen tarih 7 Haziran 1981 Pazar’dı. Bu iki açıdan kritik bir tarihti. Birincisi, reaktör bu tarihten kısa bir süre sonra devreye girecekti, yani 7 Haziran son şanstı. İkincisi, tesislerdeki Fransız danışman ve mühendisler Pazar günü tatil yaptıkları dolayısıyla işbaşında olmayacakları için saldırıda hayatlarını kaybetmeleri riskinden kaçınılıyordu. İsrail’in bunun gibi hukuki boyutu son derece karmaşık bir saldırıda Fransa ile karşı karşıya gelmesi istenebilecek belki de en son şeydi.
7 Haziran günü pilotlara brifing bizzat ISF Genel Kurmay Başkanı Korgeneral Raful Eitan tarafından verildi. Öğleden sonra 1555’te, 15 saniye arayla, önce dörderli iki kol halinde toplam 8 adet F-16A (110. ve 117. Filolar), ardından da üçerli iki kol halinde toplam 6 adet F-15A’dan (133. Filo) oluşan saldırı paketi Etzion Hava Üssü’nden yola çıktı. Yarbay Ze’ev Raz tarafından komuta edilen ve biri hariç tamamı savaş tecrübeli pilotlardan oluşan F-16 kolunun en arkasındaki uçağın pilotu ise 25 yaşında ve diğer pilotların aksine bekar olan İlan Ramon’du. Ramon daha sonra ilk İsrailli astronot olacak ve Columbia faciasında hayatını kaybedecektir.
Saldırı paketinin rotası mümkün olduğunca radar örtüsünden kaçınacak ve köy, kasabaların oldukça uzağından geçecek şekilde ayarlanmıştı. Ancak yol üzerindeki Akabe yakınlarından geçerlerken çok ilginç bir tesadüf eseri, bir kişi bu uçakları tespit etti. Bu kişi Ürdün Kralı Hüseyin’di. O sırada tatil için Akabe’de bulunan Hüseyin Irak makamlarına haber vermek için girişimde bulundu, ancak iletişim sistemlerindeki aksaklık sebebiyle haberi veremedi. Bu sırada zaten grup yolu yarılamış bulunuyordu.
İsrail’in 1948 yılında kurulması ve hemen ardından başlayıp uzun yıllar devam eden Arap – İsrail savaşları, aynı zamanda Arap devletleri arasında da çekişmelere sahne olmuştur. İsrail’in karşısına güçlü şekilde çıkan Arap devleti aynı zamanda diğer Arap devletlerine de önderlik etme şansı yakalama durumundadır. Bu güç dengesi –ya da dengesizlik durumu- 1979’daki İran İslam Devrimi ile bambaşka bir boyut kazanmıştır. İran’daki devrimin uluslar arası arenada en fazla etkileme potansiyeline sahip olduğu ülke Irak idi. Sonuçta Irak 1980 yılında İran’a saldırdı ve son derece kanlı, yoğun bir savaş başlamış oldu. Bu savaş, yukarıda bahsedilen Arap dünyası liderliği açısından Irak için bir nevi prestij meselesi olma özelliğini de taşımaktaydı.
Irak ve Nükleer Programı
Irak ilk olarak 1963 yılında SSCB’den deneme ve eğitim amaçlı bir reaktör satın almış ve 1969 yılında bu reaktörü çalıştırmaya başlamıştı. Aynı yıl imzalanan NPT (Non Profileration of Nuclear Weapons Treaty) anlaşması ile Irak, nükleer silah sahibi olmayacağını vaad etmişti. 1970’lere gelindiğinde Irak özellikle Fransa ile nükleer alanda yoğun bir işbirliği arayışına girdi. Fransa’nın 1976 yılında Irak’a 40 Megawatt gücünde bir araştırma reaktörü satmayı kabul etmesi ile bu çalışmalar daha da yoğunlaştı. Antik Mısır mitolojisinde ölüm tanrısı olan Osiris adındaki ve MTR (Material Testing Reactor) tipindeki bu reaktör, Irak için modifiye edildi ve ismi Osiris ve Irak kelimelerinin birleşmesi ile Osirak olarak konuldu. Irak yine 1976 yılında nükleer araştırma programını IAEA (Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu) denetimine açmayı kabul etti. Kurulacak reaktör için Bağdat’ın 20 km kadar güneydoğusundaki El Tuveythe seçildi ve Fransız teknisyen ve mühendisler gözetiminde çalışmalara başlandı. Reaktör, Irak tarafından, Baas Partisi’nin iktidara 1968’de iktidara geldiği aya ithafen Temmuz-1 olarak adlandırıldı.
Gerek Irak’ın nükleer alandaki çalışmaları gerekse Fransa ile işbirliği, İsrail’in yoğun tepkisini çekti. Daha önceden başka bir Müslüman ülke, Pakistan, nükleer silaha erişmiş bulunuyordu. Ancak bu sefer tehlike İsrail’e çok daha yakın durumdaydı. Ayrıca bu reaktörün MTR tipinde olması da Irak’ın bu teknolojiyi nükleer silah elde etmek için kullanabileceği şüphelerini uyandırıyordu. Zira test amaçlı olan MTR reaktörleri daha ziyade halihazırda nükleer santrale sahip ülkeler tarafından tercih edilmektedir. Ancak gerek Irak’ın IAEA ile yaptığı işbirliği ve tüm denetimleri kabul etmesi, gerekse Fransa’nın süreçte oldukça titiz davrandığını deklare etmesi, bu reaktörün gerçekten enerji amaçlı yapıldığını iddia eden kesimin elini güçlendirmekteydi.
Saldırı Planının Oluşması
1976 – 1979 yılları, İsrail’in Osirak konusunda Fransa’ya uyguladığı çok yoğun siyasi baskıya sahne oldu. Ancak Fransa’nın taviz vermez tavrı ve bazı değerlendirmelere göre İsrail’de yaklaşan seçimler bu girişimleri sonuçsuz bıraktı. Söz konusu yorumlar, dönemin İsrail Devlet Başkanı Menahem Begin’in seçmen karşısına girdiği politik mücadeleyi kaybetmiş ve en büyük düşmanlarından birinin nükleer silaha sahip olmasını engelleyememiş birisi olarak çıkmak istemediğini değerlendirmektedir. Politik girişimlerin sonuç vermeyeceği kararına varan Begin, Ekim 1979’da İsrail Savunma Güçleri (IDF) Genel Kurmay Başkanı’na, Osirak reaktörüne olası saldırı planlarını hazırlaması için direktif verdi. Bu emrin verilmesini sağlayan sebep olarak İsrail istihbaratının, Irak’ın Osirak reaktörünü inşa etmedeki amacının nükleer silah yapımı olduğu yönündeki raporu gösterilir. Begin’in saldırı fikrini hükümete sunması, bu konuda sert tartışmalara sebep oldu. Karara muhalefet edenlerin başlıca argümanları İsrail’in uluslar arası arenada saldırgan ve haksız konuma düşebileceği, o dönemde Irak ile iyi ilişkileri bulunan ABD’nin İsrail aleyhine tutum takınabileceği ve olası bir radyoaktif serpinti durumunda İsrail’in çok güç durumda kalabileceği idi. Bu süreç sonunda muhaliflerin en önde gelen isimlerinden Savunma Bakanı Ezer Weizmann 28 Ağustos 1980 tarihinde istifa etti. Bu gelişmeden kısa süre sonra Osirak bombalandı. Ancak İsrail değil, İran tarafından…
1980’de başlayan İran-Irak Savaşı, Irak’ın planladığı gibi gelişmedi ve Irak başlangıçta belirlemiş olduğu hiçbir taktik hedefe ulaşamadı. İran, devrimin kaos ortamından beklenmedik ölçüde çabuk sıyrıldı ve etkin bir direniş gösterdi. Savaş gittikçe daha da yoğunlaşmaya ve yayılmaya başladı. Bu durum hem Irak’ın nükleer programının yavaşlamasına hem de tüm dikkatinin İran cephesine odaklanmasına sebep oldu. İşte bu durumu lehine bir fırsat olarak gören İsrail, gizli kanallar ile İran’ı Osirak tesislerine saldırması konusunda teşvik etme çalışmalarına başladı ve buna ilaveten bazı istihbarat bilgilerini İran’a sağladı. Sonuç olarak 30 Eylül 1980’de İran Hava Kuvvetleri’ne ait F-4E Phantom uçaklarından oluşan bir filo, esas olarak Bağdat yakınlarındaki bir elektrik santralini vurma görevi ile havalandıkları bir sortide Osirak’ı da bombaladılar. Tesise sınırlı ölçekte hasar verildiği rapor edildi. Bu kısmi başarı bile İsrail için son derece önemli idi, İsrail’e ihtiyacı olan zamanı kazandırmıştı.
Osirak’a yapılacak saldırı planında en başta göz önüne alınması gereken konu, reaktöre yakıt konulmadan önce saldırılması gerektiği idi. Yakıt konulup devreye girmesinden sonra reaktöre verilecek hasar bölge için son derece ölümcül olabilecek bir radyoaktif sızıntıya sebep olabilirdi. Bu da İsrail’in uluslar arası durumu için son derece olumsuz bir etki yaratırdı. İlaveten tesislerin İsrail’e olan mesafesi bir takım teknik problemleri beraberinde getirmekteydi. O dönem IDF Hava Kuvvetleri envanterine yeni girmekte olan F-16A Block-5 uçakları bu görev için en uygun platformlar olarak seçildi. ( Burada ilginç olan nokta, saldırıda görev almış uçakların esasen İran için üretilmiş olmasıdır. İran, İslam Devrimi’nden önce 1976 yılında ABD’ye 160 (+140 opsiyon) adet F-16A/B siparişi vermiş, bu sipariş 1979’daki devrimle birlikte iptal edilmişti. Bu zamana kadar üretilmiş uçaklar ise İsrail’in siparişini karşılamak için bu ülkeye satılmıştı ). Osirak ile İsrail arasındaki 1100 km’lik mesafe F-16’ları menzil konusunda oldukça zorlayıcı görünmekteydi. Bu mesafeyi, hem de tespit edilmeden kat etmek için alçaktan uçmak, performans ve tasarım açısından oldukça kısıtlayıcıydı. Sonuç olarak F-16’ların iki adet kısa menzilli havadan havaya füze, iki adet 1000 kg’lik Mk.84 serbest düşümlü bomba ve üç adet yedek yakıt deposu şeklinde donatılmalarına karar verildi. Bu konfigürasyonda kendilerini korumaları çok zor olduğu için yol boyunca AIM-9 Sidewinder ve AIM-7 Sparrow yüklü F-15A’lar eskortluk yapacaktı. Kalkış üssü olarak Sina Yarımadası’nın kuzeyindeki Etzion üssü seçildi. Yol boyunca Ürdün, Suudi Arabistan ve Irak radarlarına tespit edilmemek için çok alçak irtifadan (9 - 20 metre) uçulacaktı.
“Opera Operasyonu”
Menahem Begin’in Ekim 1980’de verdiği direktifin ardından, Aralık ayında IDF Hava Kuvvetleri “Opera Operasyonu” adını verdiği saldırının planınlarını tamamladı ve bir rapor ile Menahem Begin’e operasyona hazır olduklarını bildirdi. Saldırı için belirlenen tarih 10 Mayıs 1981 idi. Ancak saldırıya kısa bir süre kala Şimon Peres’in önerisi ile plan iptal edildi: Fransa’daki genel seçimlerin sonucu beklenecekti. Eğer yeni hükümet İsrail’in taleplerini dinleyecek olursa bu riskli saldırıya gerek kalmayabilirdi. Ancak seçim galibi François Mitterrand da bu konuda tavır değişikliği yapmayınca saldırı emri tekrar verildi. Bu sefer belirlenen tarih 7 Haziran 1981 Pazar’dı. Bu iki açıdan kritik bir tarihti. Birincisi, reaktör bu tarihten kısa bir süre sonra devreye girecekti, yani 7 Haziran son şanstı. İkincisi, tesislerdeki Fransız danışman ve mühendisler Pazar günü tatil yaptıkları dolayısıyla işbaşında olmayacakları için saldırıda hayatlarını kaybetmeleri riskinden kaçınılıyordu. İsrail’in bunun gibi hukuki boyutu son derece karmaşık bir saldırıda Fransa ile karşı karşıya gelmesi istenebilecek belki de en son şeydi.
7 Haziran günü pilotlara brifing bizzat ISF Genel Kurmay Başkanı Korgeneral Raful Eitan tarafından verildi. Öğleden sonra 1555’te, 15 saniye arayla, önce dörderli iki kol halinde toplam 8 adet F-16A (110. ve 117. Filolar), ardından da üçerli iki kol halinde toplam 6 adet F-15A’dan (133. Filo) oluşan saldırı paketi Etzion Hava Üssü’nden yola çıktı. Yarbay Ze’ev Raz tarafından komuta edilen ve biri hariç tamamı savaş tecrübeli pilotlardan oluşan F-16 kolunun en arkasındaki uçağın pilotu ise 25 yaşında ve diğer pilotların aksine bekar olan İlan Ramon’du. Ramon daha sonra ilk İsrailli astronot olacak ve Columbia faciasında hayatını kaybedecektir.
Saldırı paketinin rotası mümkün olduğunca radar örtüsünden kaçınacak ve köy, kasabaların oldukça uzağından geçecek şekilde ayarlanmıştı. Ancak yol üzerindeki Akabe yakınlarından geçerlerken çok ilginç bir tesadüf eseri, bir kişi bu uçakları tespit etti. Bu kişi Ürdün Kralı Hüseyin’di. O sırada tatil için Akabe’de bulunan Hüseyin Irak makamlarına haber vermek için girişimde bulundu, ancak iletişim sistemlerindeki aksaklık sebebiyle haberi veremedi. Bu sırada zaten grup yolu yarılamış bulunuyordu.
1735’te Osirak’ın dev huni biçimli bacaları pilotların görüş mesafesine girdi. Plan bu aşamada uçakların aniden yükselmesi, ardından da yaklaşık 35 derecelik açıya pike yapmasını gerektiriyordu. Bu açı ile olabildiğince derine nüfuz edecek bombalar, zaman ayarlı tapalar ile mümkün olan en fazla hasarı yaratacaktı. Hesaplara göre saldırı pakedinin toplam 16 adet 1000 kg’lik Mk.84 bombasının yarısının isabeti, bile istenilen hasarı yaratmaya yetecekti. F-16’lar bomba bırakma bacağına geçince F-15’ler de tesis çevresinde daire çizmeye başladı. Yaklaşık 10’ar saniyelik aralarla bombalarını bırakan F-16’lar tam planlandığı gibi 1 dakika 20 saniye sonra geri dönüş yoluna girdiler. Bırakılan 16 bombanın 14’ü tesislere isabet etmiş, tüm ana yapı bacalar ve reaktörle birlikte tahrip olmuş, hiçbir Irak hava savunma sistemi reaksiyon gösteremediği için kayıp vermek bir yana isabet bile alınmamıştır. (Temmuz-1 tesislerinin hava savunmasından sorumlu Albay Fahri Hüseyin Cabbar, Saddam Hüseyin’in emri ile idam edilmiştir. “İsrail İran’ı Vurmaya Hazırlanıyor”, Özge Kılınç, Turkish Defence Sayı: 2, Sayfa: 83)
Osirak saldırısı uluslar arası kamuoyunda büyük şok yarattı. İsrail, halihazırda başka bir ülke ile savaşta bulunan Irak’a herhangi bir uyarıda bulunmadan ya da ültimatom vermeden saldırmıştı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 487 Numaralı Kararı ile İsrail’i kınadı. Irak da bombalanan reaktörün tamamen barışçıl amaçlarla inşa edilmiş olduğunu ve yenisini üreteceğini açıkladı.
İsrail istihbaratının Menahem Begin’e sunmuş olduğu raporda, Irak’ın 1981 yılı itibariyle nükleer bir silah üretmesi için 5 ila 10 yıl arası bir süreye ihtiyaç duyduğu tahmin edilmekteydi. Ancak bu ülkenin saldırıdan önce nükleer silah başlığı elde etmeyi içeren çabalarının bulunup bulunmadığı halen tartışmalıdır. Bazı kaynaklar Irak’ın IAEA ile son derece sıkı işbirliği yapmış olduğunun altını çizmektedirler. Temmuz-1 tesisleri IAEA yetkilileri tarafından en son Ocak 1981’de teftiş edilmiş ve olumsuz herhangi bir durum rapor edilmemişti. Ancak İsrail Irak’ın yüksek miktarda başlık yapımında kullanılabilecek malzeme sağlamaya çalıştığını, buna karşılık BM Anlaşmasının 51. maddesine göre “kendini savunma hakkını” kullandığını belirtmiştir. İsrail’e yöneltilen eleştirilerin bir diğeri de, tesislerle ilgili istihbarat raporlarının alelacele ve sağlam kanıtlara dayanmadan hazırlanmış olduğu, İsrail’in “önleyici vuruş” (preemptive strike) bahanesiyle uluslar arası hukuku çiğnediği yönündedir. Buna ilaveten Irak’ın tersine İsrail, NPT anlaşmasını imzalamamış, Dimona Nükleer Tesisi’ni denetimlere açmamış, bu konuda BM ile işbirliği yapmamıştır (Buna ilaveten İsrail’in devlet politikası olarak nükleer silahlara sahip olduğunu ne kabul ne de inkar ettiğini hatırlatmak gerekir). İsrail’in saldırı için öne sürdüğü hukuki argüman; bu ülkenin 1949 yılından beri İsrail ile herhangi bir ateşkes anlaşması imzalamamış,dolayısıyla hukuki olarak zaten İsrail ile savaş halinde olduğu, buna ilaveten devlet politikası olarak İsrail’in “varolma hakkı”na saygı göstermediğidir. İsrail’e göre “Siyonist ülkeyi yoketmeyi hedefleyen” Irak’ın nükleer teknolojiye yatırım yapması doğrudan İsrail’in bekasına yönelmiş bir tehdittir ve ciddi bir potansiyele ulaşmadan bertaraf edilmesi, İsrail’in hakkıdır. Ayrıca saldırıyı savunan kesimin bir diğer argümanı da, Irak’ın 1981 yılında nükleer araştırma ve tesis bakımından henüz yeterince güçlü bir altyapı oluşturmamış olduğu, dolayısıyla bu aşamada yapılacak bir saldırının, Irak’ın ileride oluşturacağı tehdidin bertaraf edilmesinden çok daha kolay olacağıdır. Zira taktiksel açıdan bakıldığında, ülkenin çeşitli noktalarına yayılmış ve yeterli güvenlik önlemi alınmış nükleer tesislerin vurulmasındansa, programın beynini teşkil eden tek bir merkezin yok edilmesi çok daha etkin bir çözümdür.
Osirak’ın imhasından sonra Irak nükleer programını tekrar canlandırmak için çalışmalara başladı. Ancak İran ile devam eden ve gittikçe daha pahalıya mal olan savaş, bu çalışmaları önemli ölçüde yavaşlattı. Fransa ile yapılan görüşmeler sonucunda bu ülke “Proje 182” adı altında yeni bir reaktör inşasına yardım etmeyi kabul etti. Ancak 1984 yılında Fransa’nın projeden çekilmesi sonucu Irak yeni alternatifler aramaya başladı. 1985 yılında Kanada üretimi bir reaktör tasarımı üzerinde karar kılındı. Ancak savaşın maliyeti sebebiyle 1988’e kadar proje son derece yavaş ilerledi. Bazı kaynaklara göre 1990’da Kuveyt’in işgalinden sonra 1991 Nisan’ına kadar bomba yapabilecek kadar uranyuma sahip olmak hedeflenmişti.
17 Ocak 1991’de başlayan Çöl Fırtınası harekatı kapsamında Müttefik Kuvvetler tarafından Irak’ın Proje-182 kapsamında inşa edilen ve Temmuz-2 olarak adlandırılan nükleer tesislerine bir dizi saldırı düzenlenmiştir. 20 Ocak’ta toplam 56 adet F-16 savaş uçağı tarafından Mk serisi genel maksat bombalarla yapılan bir saldırı DIA (Defence Intelligence Agency – ABD Askeri İstihbarat Servisi) tarafından “son derece başarısız” olarak nitelendirilmiştir. 23 Ocak’ta başlayan ve toplam 48 adet F-117’nin katıldığı, 32 günlük bir süreci kapsayan bombardıman görevinde ise toplam 66 adet bomba kullanılmış, sonuçları tatmin edici bulunmamıştır. 5 Şubat’ta 17 F-111F’nin katıldığı saldırı sonucu tesislerin tamamen etkisiz hale getirilmiş olduğu rapor edilmiştir.
Sonuç
İsrail’in büyük cüretle ve olağanüstü risk alarak gerçekleştirdiği bu saldırı, askeri ve taktiksel açıdan gerçek bir başarıdır. F-16A’nın ilk Block serisi gibi, yer saldırı görevleri için optimize edilmemiş ve yeni envantere girmiş bir uçağı bu denli limitlerine kadar zorlayıp, bir de “cerrahi hassaslıkta” bir operasyon icra etmek, IDF Hava Kuvvetleri için büyük bir başarıdır. 9-20 metre arası irtifalarda ve yakıt ile ağır bomba yüklü uçakların alacağı en ufak bir uçaksavar mermi isabeti bile sonları olabilirdi. Kaldı ki hedefe ulaşmak için Irak’tan başka üzerinden geçilmesi gereken iki ülke daha vardı, bu da riski en az iki misli arttırmaktaydı. Etkileri ile mukayese edildiğinde, bir de hiçbir kayıp verilmediği göz önüne alındığında “Opera Operasyonu”nun askeri açıdan mükemmel nitelikte olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ancak hukuki ve etik açıdan bu saldırının –mükemmelliği bir yana- haklılığı son derece tartışmalıdır. Bazı analistler 1981’e kadar Irak’ın nükleer savaş başlığı elde etme amacının bulunmadığını, bu çalışmaları saldırıdan sonra ön plana çıkardığını iddia etmektedir. Körfez Savaşı’ndan sonra teftişlerde bulunan BM müfettişleri, Irak’ın nükleer silah programının bulunduğunu, ancak bu konudaki hiçbir çalışmanın 1981’den önceki bir tarihe uzanmadığını rapor etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında saldırı salt agresyon olarak nitelenebilir. Ancak göz önünde tutulması gereken bir başka husus da, tesisin devreye girdikten sonra imha edilmesinin son derece tehlikeli olacağıdır. Bu sebeple “Opera Operasyonu” için yakın dönemin en başta gelen “önleyici darbe” harekatı olduğu iddia edilebilir. Ancak “önleyici darbe” doktrininin açmazda bulunduğu husus, en son Körfez Savaşı’nda da görüldüğü üzere, ulusal çıkarlarla uluslar arası hukukun çatışmasıdır.
Son olarak Osirak saldırısı ve 2. Körfez Savaşı ile ilgili iki ilginç anektodu aktarmakta fayda var. Bunlardan birincisi 1981 yılında IDF Hava Kuvvetleri komutanı olan ve daha sonra 1991’de İsrail’in ABD Büyükelçiliği görevinde bulunan David Ivry’ye, Çöl Fırtınası sırasında verilen bir armağan ile ilgili. Bu armağan, Temmuz-1 tesislerinin Çöl Fırtınası esnasında çekilmiş bir uydu fotografı ve fotografın üzerinde dönemin Savunma Bakanı Dick Cheney tarafından bizzat yazılmış bir nottan oluşmaktaydı. Uydu fotografında, Temmuz-1 tesislerinin tamamen harabeden ibaret olduğu, reaktörün bulunduğu bölgede ağaç ve yabani otların yetiştiği görülmekteydi. Notta ise şunlar yazılıydı: “General Ivry’ye; 1981 yılında yaptığı olağanüstü işler için teşekkür ve şükranlarımla birlikte. O iş ki, şimdi Çöl Fırtınası’nda bizi korumuş ve işimizi kolaylaştırmıştır”
Diğer olay ise, Şubat 2003’te Columbia uzay mekiğinin dünyaya dönüşü sırasında parçalanmasıyla hayatını kaybeden astronot Ilan Ramon’un ailesini ziyareti sırasında George Bush’un söylediği bir sözle ilgilidir. Bush, Ramon’un çocuklarına “Babanız harika bir iş çıkardı, onu ben tamamlayacağım” demiştir.
6 yorum:
Arda bey bir forumda verdiğiniz link sayesinde haberdar oldum bu makaleden. Mükemmel bir yazı olmuş çok teşekkür ederim kaleminize sağlık. Bu
Çok teşekkürler :)
yazı çok ayrıntılı güzel faydalandım teşekkürler
Çok güzel bir yazı. Elinize sağlık
Her zaman ki yazılarınız gibi doyurucu, mükemmel bir bilgisel olmuş. Allah razı olsun.
F-16'dan daha iyi olan f-15'ler ne için kullanılmadı ve en uygun olan özelliği neydi ki?
Yazınızı güzel olmuş elinizde sağlık
Yorum Gönder