Kaynak: StephanKinsella.com |
Caydırıcılık: Bir saldırganlığı önlemek ve engellemek için önlem alma işi (Türk Dil Kurumu sözlüğü)
Caydırıcılığın özünde "engellemek" bulunmakta. Engelleme için ise, bir dizi önlem ve hazırlık ile altyapısı sağlanan, psikolojik yönü oldukça kuvvetli bir "duruş" gerekmekte. Dolayısıyla caydırıcılık aslında bir bakıma, hasmın mevcut veriler ve değerlendirmeler ışığında kendi kendine vardığı bir sonuç anlamı kazanıyor. Yani hasmınıza "saldırırsam başıma ne gelir?" sorusunu sordurma (ve bunu sürdürülebilir kılma) yetisidir caydırıcılık.
Caydırıcılık sadece durağan değildir. Değişen ve gelişen koşullar karşısında hızlı konum değiştirebilme ve tutum geliştirebilme kabiliyetinden de beslenir. [1]
İki "kıssa" ile irdelemeye çalışalım caydırıcılığın değişik boyutlarını:
NATO'nun 1970'lerin sonlarında uygulamaya koyduğu "Üçlü Doktrin" (Triad doctrine), Varşova Paktı ile olası bir savaş durumunda sırayla konvansiyonel, taktik (savaşalanı) nükleer ve stratejik nükleer saldırının kullanılmasını öngörüyordu.
Bu konsepte göre, Avrupa'daki, özellikle Federal Almanya'da yoğunlaşan Müttefik konvansiyonel güçlerinin öncelikli görevi, Varşova Paktı ülkelerinden yönelecek bir saldırıyı erkenden tespit etmek ve yavaşlatmaktı. Konvansiyonel güçlerin bu görevde başarısız olmaları durumunda sırayla taktik nükleer silahların kullanılma tehdidi ve akabinde kullanımı gelecekti. Taktik nükleer silahların karşılıklı kullanılacağı bu aşamanın çok uzun sürmeden yerini, stratejik nükleer silahların (karadaki silolar ve denizaltılardan fırlatılan uzun menzilli balistik füzelerin taşıdığı çoklu başlıklar) kullanıldığı topyekûn bir nükleer savaşa bırakabileceği değerlendiriliyordu.
Ne var ki, NATO ve Varşova Paktı ordularının konvansiyonel güçleri karşılaştırıldığında, Üçlü Doktrin'in bazı açmazları da göze çarpmaktaydı. Şöyle ki:
Varşova Paktı'nın saldırısı ile başlayacak ve ağırlıklı olarak Avrupa'da cereyan edecek savaşta, NATO güçlerinin düşman ordularını durdurmak bir yana, yavaşlatabilmesi bile düşük bir olasılığa sahipti. Zira Varşova Paktı ordularının, başta zırhlı ve topçu gücü olmak üzere neredeyse tüm kalemlerde sayısal olarak muazzam bir üstünlüğü bulunmaktaydı. Hedef tespit / teşhis sistemleri ya da elektronik harp kabiliyetleri ile bu açık bir nebze kapatılabilse de, sonuçta NATO'nun insan kaynakları sınırsız değildi. Ön cephe hatlarındaki orduların arkasında, hasım orduların momentumunu yavaşlatmaya yetecek kadar ihtiyat gücü ne insan, ne makina açısından bulunmamaktaydı.
Dolayısıyla Avrupa düzlüklerinde başlayacak olan bir konvansiyonel savaşın, eğer kısa sürede sona erdirilmezse (başka bir deyişle kısa sürede siyasi bir çözüm bulunmazsa) taktik nükleer savaşa dönüşmesi neredeyse kaçınılmazdı. Zira NATO konvansiyonel güçlerinin Varşova Paktı ordularının momentumunu yavaşlatmaya çalışırken erimesi, taktik nükleer silahların erkenden devreye girmesi sonucunu doğuracaktı. Öte yandan stratejik nükleer çatışma başlasın ya da başlamasın, savaştan sonra Avrupa'daki konumları koruyacak ya da tekrar geri alacak yeterli NATO konvansiyonel gücü kalmamış olacaktı. Dolayısıyla taktik nükleer silahların kullanılmaya başlaması için konvansiyonel güçlerin tam olarak erimesi ya da çaresiz kalması beklenmeyebilecekti.
Bir kere nükleer başlıklar kullanılmaya başlandıktan sonra stratejik nükleer çatışmanın başlaması an meselesi olacaktı. Böyle bir "alışveriş"ten hiçbir tarafın da zaferle çıkması beklenmezdi. [2]
Mesele de burada ilginç bir hal almakta:
Avrupa ülkeleri, özellikle İngiltere, 70'li ve 80'li yıllarda, konvansiyonel güçlerinin KBRN ortamında harekât imkân ve kabiliyetlerini geliştirme yönünde kayda değer adım atmadılar. Avrupa'daki birliklerin KBRN ortamında harekâta uygun teçhizatı ya yoktu ya da son derece yetersizdi. Bu yöndeki eğitimler de yeterli olmaktan son derece uzaktı. Özellikle İngiltere tarafından kasten ve bilinçli bir şekilde uygulanan bu zafiyet, muhtemel savaştaki taktik nükleer çatışma aşamasının daha da kısa sürmesine neden olacaktı: Zira Avrupa'daki NATO güçleri Sovyet taktik nükleer başlıkları karşısında hızla eriyecek, ittifakı ve dolayısıyla Avrupa'yı korumak için ABD'nin stratejik nükleer silahları daha erken devreye alması gerekecekti.
Başka bir deyişle, Varşova Paktı ordularının NATO güçlerini ezip geçmesinin, paradoksal olarak başta Sovyetler Birliği olmak üzere kendilerine yönelecek stratejik nükleer bir saldırıyı öne çekme gibi bir riski bulunmaktaydı. Bu riski doğuran etkenlerden en önemlisi, Avrupa ordularının (özellikle İngilitere'nin) nükleer savaşa karşı hazırlık seviyesinin donanım ve eğitim bakımından kastî olarak zayıf tutulmasıydı. Bahse konu bu zafiyetin ve neden olabileceği risklerin şüphesiz SSCB de farkındaydı. Ve bu, İngiltere'nin algılamasına göre gerçek caydırıcılık anlamına gelmekteydi. [3]
* * *
1966'dan itibaren, İsrail ile Suriye ve Mısır arasındaki gerginliğin iyice arttığı bir ortamda SSCB, her iki Arap müttefikine de, İsrail'in kendilerine karşı bir saldırıya hazırlandığı istihbaratını iletir. Sovyet Dışişleri Bakanlığı Mısır Bürosu şefi Evgeni Pirlin daha sonra bunun, bir savaş çıkarmak için kasten yapıldığını açıklayacaktır. SSCB'nin amacı, sonucu ne olursa olsun bir savaş çıkartmaktır. Böylelikle Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır'a, ne pahasına olursa olsun arkasında olunduğu mesajı verilebilecek, böylelikle ikili ilişkiler önemli bir sadakat sınavından geçmiş olacaktır. SSCB, Suriye ve Mısır'ı bu şekilde yanlış bilgilerle beslenirken cüretkâr da davranmaktadır: Sayısal olarak İsrail'den üstün durumda olan Arap orduları, Sovyet sistemleri ve eğitimi ile de desteklenmiş, kağır üzerinde yüksek harbe hazırlık seviyesine sahip olarak görünmektedir. Olası bir savaşta Arap ordularının İsrail'e karşı üstün gelmesi beklenmektedir.
SSCB'den gelen istihbarat uyarınca Arap ülkeleri İsrail ile sınırlarına askeri yığınak yaparlar. İsrail ise, tam tersine Araplar'ın ilk saldırıyı yapacağını değerlendirerek ilk hamleyi kendisi vurmaya karar verir. Tam o darbeden hemen önce SSCB bu sefer Mısır'a ilginç bir mesaj gönderir: "Savaş çıkarsa karışmayız ancak ABD İsrail'in yanında savaşa girerse yardımınıza geliriz" der.
Nitekim, savaş 1967 Haziran'ında patlak verir ve İsrail, taraflı tarafsız herkesin öngörüsünün de ötesinde bir performansla Arap ülkelerinin hava kuvvetlerini siler, yokeder. Mısır, Suriye ve Ürdün'ün hava kuvvetleri savaşın ilk saatlerinde neredeyse tamamen ve havalanma imkanı bile bulamadan imha edilirler; hava korumasından mahrum Arap orduları İsrail mekanize birlikleri ve uçakları tarafından kolayca püskürtülür. Kudüs, Sina Yarımadası İsrail'in eline geçer: Mısır ve Suriye utanç verici bir hezimet yaşamıştır.
İsrail'in bu askeri zaferi başta Nasır olmak üzere Arap cephesinde muazzam bir travmaya neden olur. Nasır, yine SSCB'nin pompaladığı propagandayla "İsrail tek başına böylesine bir askeri zafer kazanamaz, kesinlikle ABD'nin fiili desteğini almıştır" değerlendirmesini yapar. İsrail uçaklarının bölgedeki ABD uçak gemilerini kullandığı, bizzat ABD uçaklarının bombardımana katıldığı konuşulur. İsrail uçaklarının hava üslerindeki ikmal süreleri öylesine rekor seviyededir ki, bu değerlendirmeyi anlamak mümkündür.
Sonuç olarak SSCB'nin etkisi altına tamamen giren Nasır, aslında İsrail değil, ABD'ye karşı savaştığı sonucuna varır ve karşı hamle olarak ülkesini SSCB'ye daha da açar, deniz üssü verir. Böylelikle SSCB, aç ayılar gibi (pun intended) beklediği ödülüne kavuşur: Akdeniz'de daimi donanma varlığı! NATO için büyük bir hezimettir bu. Ayrıca ABD, belli başlı tüm Arap güçleri ile bağını da kaybetmiştir. Zira SSCB, Arap dünyasında "İsrail'in arkasında ABD var" imajını çok sağlam bir şekilde oturtmuştur, eh bu konuda işi zaten de zor değildi.
Balistik füzelerin menzil ve güdüm hassasiyetlerinin çok yüksek olmadığı 1960'lı ve 1970'li yıllarda büyük önem taşıyan Akdeniz, böylelikle ABD 6. Filosu için güvenli bir harekât ortamı olmaktan çıkar. Olası bir savaşta Sovyet topraklarının içlerine nükleer füze fırlatmak için ideal konumdaki Akdeniz'de artık müttefik savaş gemileri ve denizaltılarının çevresinde Kızıl bayraklı savaş gemileri, bölgedeki ülkelerden lojistik destek alarak devriye atabilmektedir. Suüstü gemileri Karadeniz Filosu'ndan, denizaltıları Kuzey Filosu'ndan sevkedilen Sovyet Akdeniz Filosu (SOVMEDRON; Soviet Mediterranean Squadron), NATO'nun karşısında yeni bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkar. Bu NATO için büyük bir hezimettir. [4]
Değerlendirme
Caydırıcılık, sadece kof kas gücü ile sağlanabilecek bir olgu değildir. Caydırıcılığı sağlamak için elde bulunan imkân ve kabiliyetler çok iyi tanınmalı, bunun üstüne hasmın imkân ve kabiliyetleri büyük bir titizlikle değerlendirilmelidir. Bu kapsamda elde edilmek istenen caydırıcılığa ittifak ve işbirliklerinin etkisi de son derece dikkatli ele alınmalıdır.
Caydırıcılık bir neden - sonuç ilişkisi gibi değil, birbiri ile ilişkili çok sayıda etkenin bileşimi olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla caydırıcılık aslında bir denge problemidir. Dengenin sağlanabilmesi için tüm unsurların eşit ağırlıkta ve/veya azami ağırlıkta yerleştirilmesi gerekmeyebilir. Başka bir deyişle, belli konularda bulunan bir zafiyet, esasında başka bir boyuttan çok daha etkili bir caydırıcılık unsuru sağlayabilir.
Muharebede hasmı ezmek ya da rezil edercesine yenmek, kontrol edilemeyen ya da öngörülemeyen sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla koşullar elverdiği müddetçe hasma belli bir "hava boşluğu" bırakmak, onu mümkün mertebe rasyonel sınırlar içinde tutmaya çalışmak, uzun vadede avantaj sağlayabilir. Gerçekleştirilen hamlenin sadece sonucu değil, gerçekleştirilme şekli de hasmın tutum, değerlendirme ve davranışlarını etkileyebilir. Tamamen köşeye sıkıştırılan, çaresiz bırakılan ya da orantısız bir şekilde ezilen hasmın davranışları ya da kararlarını kestirmek güç olacaktır; zira böyle bir durumda hasım rasyonel kararlar almayabilir.
Esas maharet olayları planlandığı gibi yönlendirmek değil, olayların sonuçları ne olursa olsun bunlardan azami fayda sağlayabilmektir. Zira hiçbir harekât planlandığı gibi gerçekleşmez.
Kaynaklar
Caydırıcılığın özünde "engellemek" bulunmakta. Engelleme için ise, bir dizi önlem ve hazırlık ile altyapısı sağlanan, psikolojik yönü oldukça kuvvetli bir "duruş" gerekmekte. Dolayısıyla caydırıcılık aslında bir bakıma, hasmın mevcut veriler ve değerlendirmeler ışığında kendi kendine vardığı bir sonuç anlamı kazanıyor. Yani hasmınıza "saldırırsam başıma ne gelir?" sorusunu sordurma (ve bunu sürdürülebilir kılma) yetisidir caydırıcılık.
Caydırıcılık sadece durağan değildir. Değişen ve gelişen koşullar karşısında hızlı konum değiştirebilme ve tutum geliştirebilme kabiliyetinden de beslenir. [1]
İki "kıssa" ile irdelemeye çalışalım caydırıcılığın değişik boyutlarını:
NATO'nun 1970'lerin sonlarında uygulamaya koyduğu "Üçlü Doktrin" (Triad doctrine), Varşova Paktı ile olası bir savaş durumunda sırayla konvansiyonel, taktik (savaşalanı) nükleer ve stratejik nükleer saldırının kullanılmasını öngörüyordu.
Bu konsepte göre, Avrupa'daki, özellikle Federal Almanya'da yoğunlaşan Müttefik konvansiyonel güçlerinin öncelikli görevi, Varşova Paktı ülkelerinden yönelecek bir saldırıyı erkenden tespit etmek ve yavaşlatmaktı. Konvansiyonel güçlerin bu görevde başarısız olmaları durumunda sırayla taktik nükleer silahların kullanılma tehdidi ve akabinde kullanımı gelecekti. Taktik nükleer silahların karşılıklı kullanılacağı bu aşamanın çok uzun sürmeden yerini, stratejik nükleer silahların (karadaki silolar ve denizaltılardan fırlatılan uzun menzilli balistik füzelerin taşıdığı çoklu başlıklar) kullanıldığı topyekûn bir nükleer savaşa bırakabileceği değerlendiriliyordu.
Ne var ki, NATO ve Varşova Paktı ordularının konvansiyonel güçleri karşılaştırıldığında, Üçlü Doktrin'in bazı açmazları da göze çarpmaktaydı. Şöyle ki:
Varşova Paktı'nın saldırısı ile başlayacak ve ağırlıklı olarak Avrupa'da cereyan edecek savaşta, NATO güçlerinin düşman ordularını durdurmak bir yana, yavaşlatabilmesi bile düşük bir olasılığa sahipti. Zira Varşova Paktı ordularının, başta zırhlı ve topçu gücü olmak üzere neredeyse tüm kalemlerde sayısal olarak muazzam bir üstünlüğü bulunmaktaydı. Hedef tespit / teşhis sistemleri ya da elektronik harp kabiliyetleri ile bu açık bir nebze kapatılabilse de, sonuçta NATO'nun insan kaynakları sınırsız değildi. Ön cephe hatlarındaki orduların arkasında, hasım orduların momentumunu yavaşlatmaya yetecek kadar ihtiyat gücü ne insan, ne makina açısından bulunmamaktaydı.
Dolayısıyla Avrupa düzlüklerinde başlayacak olan bir konvansiyonel savaşın, eğer kısa sürede sona erdirilmezse (başka bir deyişle kısa sürede siyasi bir çözüm bulunmazsa) taktik nükleer savaşa dönüşmesi neredeyse kaçınılmazdı. Zira NATO konvansiyonel güçlerinin Varşova Paktı ordularının momentumunu yavaşlatmaya çalışırken erimesi, taktik nükleer silahların erkenden devreye girmesi sonucunu doğuracaktı. Öte yandan stratejik nükleer çatışma başlasın ya da başlamasın, savaştan sonra Avrupa'daki konumları koruyacak ya da tekrar geri alacak yeterli NATO konvansiyonel gücü kalmamış olacaktı. Dolayısıyla taktik nükleer silahların kullanılmaya başlaması için konvansiyonel güçlerin tam olarak erimesi ya da çaresiz kalması beklenmeyebilecekti.
Bir kere nükleer başlıklar kullanılmaya başlandıktan sonra stratejik nükleer çatışmanın başlaması an meselesi olacaktı. Böyle bir "alışveriş"ten hiçbir tarafın da zaferle çıkması beklenmezdi. [2]
Mesele de burada ilginç bir hal almakta:
Avrupa ülkeleri, özellikle İngiltere, 70'li ve 80'li yıllarda, konvansiyonel güçlerinin KBRN ortamında harekât imkân ve kabiliyetlerini geliştirme yönünde kayda değer adım atmadılar. Avrupa'daki birliklerin KBRN ortamında harekâta uygun teçhizatı ya yoktu ya da son derece yetersizdi. Bu yöndeki eğitimler de yeterli olmaktan son derece uzaktı. Özellikle İngiltere tarafından kasten ve bilinçli bir şekilde uygulanan bu zafiyet, muhtemel savaştaki taktik nükleer çatışma aşamasının daha da kısa sürmesine neden olacaktı: Zira Avrupa'daki NATO güçleri Sovyet taktik nükleer başlıkları karşısında hızla eriyecek, ittifakı ve dolayısıyla Avrupa'yı korumak için ABD'nin stratejik nükleer silahları daha erken devreye alması gerekecekti.
Başka bir deyişle, Varşova Paktı ordularının NATO güçlerini ezip geçmesinin, paradoksal olarak başta Sovyetler Birliği olmak üzere kendilerine yönelecek stratejik nükleer bir saldırıyı öne çekme gibi bir riski bulunmaktaydı. Bu riski doğuran etkenlerden en önemlisi, Avrupa ordularının (özellikle İngilitere'nin) nükleer savaşa karşı hazırlık seviyesinin donanım ve eğitim bakımından kastî olarak zayıf tutulmasıydı. Bahse konu bu zafiyetin ve neden olabileceği risklerin şüphesiz SSCB de farkındaydı. Ve bu, İngiltere'nin algılamasına göre gerçek caydırıcılık anlamına gelmekteydi. [3]
* * *
1966'dan itibaren, İsrail ile Suriye ve Mısır arasındaki gerginliğin iyice arttığı bir ortamda SSCB, her iki Arap müttefikine de, İsrail'in kendilerine karşı bir saldırıya hazırlandığı istihbaratını iletir. Sovyet Dışişleri Bakanlığı Mısır Bürosu şefi Evgeni Pirlin daha sonra bunun, bir savaş çıkarmak için kasten yapıldığını açıklayacaktır. SSCB'nin amacı, sonucu ne olursa olsun bir savaş çıkartmaktır. Böylelikle Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır'a, ne pahasına olursa olsun arkasında olunduğu mesajı verilebilecek, böylelikle ikili ilişkiler önemli bir sadakat sınavından geçmiş olacaktır. SSCB, Suriye ve Mısır'ı bu şekilde yanlış bilgilerle beslenirken cüretkâr da davranmaktadır: Sayısal olarak İsrail'den üstün durumda olan Arap orduları, Sovyet sistemleri ve eğitimi ile de desteklenmiş, kağır üzerinde yüksek harbe hazırlık seviyesine sahip olarak görünmektedir. Olası bir savaşta Arap ordularının İsrail'e karşı üstün gelmesi beklenmektedir.
SSCB'den gelen istihbarat uyarınca Arap ülkeleri İsrail ile sınırlarına askeri yığınak yaparlar. İsrail ise, tam tersine Araplar'ın ilk saldırıyı yapacağını değerlendirerek ilk hamleyi kendisi vurmaya karar verir. Tam o darbeden hemen önce SSCB bu sefer Mısır'a ilginç bir mesaj gönderir: "Savaş çıkarsa karışmayız ancak ABD İsrail'in yanında savaşa girerse yardımınıza geliriz" der.
Nitekim, savaş 1967 Haziran'ında patlak verir ve İsrail, taraflı tarafsız herkesin öngörüsünün de ötesinde bir performansla Arap ülkelerinin hava kuvvetlerini siler, yokeder. Mısır, Suriye ve Ürdün'ün hava kuvvetleri savaşın ilk saatlerinde neredeyse tamamen ve havalanma imkanı bile bulamadan imha edilirler; hava korumasından mahrum Arap orduları İsrail mekanize birlikleri ve uçakları tarafından kolayca püskürtülür. Kudüs, Sina Yarımadası İsrail'in eline geçer: Mısır ve Suriye utanç verici bir hezimet yaşamıştır.
İsrail'in bu askeri zaferi başta Nasır olmak üzere Arap cephesinde muazzam bir travmaya neden olur. Nasır, yine SSCB'nin pompaladığı propagandayla "İsrail tek başına böylesine bir askeri zafer kazanamaz, kesinlikle ABD'nin fiili desteğini almıştır" değerlendirmesini yapar. İsrail uçaklarının bölgedeki ABD uçak gemilerini kullandığı, bizzat ABD uçaklarının bombardımana katıldığı konuşulur. İsrail uçaklarının hava üslerindeki ikmal süreleri öylesine rekor seviyededir ki, bu değerlendirmeyi anlamak mümkündür.
Sonuç olarak SSCB'nin etkisi altına tamamen giren Nasır, aslında İsrail değil, ABD'ye karşı savaştığı sonucuna varır ve karşı hamle olarak ülkesini SSCB'ye daha da açar, deniz üssü verir. Böylelikle SSCB, aç ayılar gibi (pun intended) beklediği ödülüne kavuşur: Akdeniz'de daimi donanma varlığı! NATO için büyük bir hezimettir bu. Ayrıca ABD, belli başlı tüm Arap güçleri ile bağını da kaybetmiştir. Zira SSCB, Arap dünyasında "İsrail'in arkasında ABD var" imajını çok sağlam bir şekilde oturtmuştur, eh bu konuda işi zaten de zor değildi.
Balistik füzelerin menzil ve güdüm hassasiyetlerinin çok yüksek olmadığı 1960'lı ve 1970'li yıllarda büyük önem taşıyan Akdeniz, böylelikle ABD 6. Filosu için güvenli bir harekât ortamı olmaktan çıkar. Olası bir savaşta Sovyet topraklarının içlerine nükleer füze fırlatmak için ideal konumdaki Akdeniz'de artık müttefik savaş gemileri ve denizaltılarının çevresinde Kızıl bayraklı savaş gemileri, bölgedeki ülkelerden lojistik destek alarak devriye atabilmektedir. Suüstü gemileri Karadeniz Filosu'ndan, denizaltıları Kuzey Filosu'ndan sevkedilen Sovyet Akdeniz Filosu (SOVMEDRON; Soviet Mediterranean Squadron), NATO'nun karşısında yeni bir tehdit unsuru olarak ortaya çıkar. Bu NATO için büyük bir hezimettir. [4]
Değerlendirme
Caydırıcılık, sadece kof kas gücü ile sağlanabilecek bir olgu değildir. Caydırıcılığı sağlamak için elde bulunan imkân ve kabiliyetler çok iyi tanınmalı, bunun üstüne hasmın imkân ve kabiliyetleri büyük bir titizlikle değerlendirilmelidir. Bu kapsamda elde edilmek istenen caydırıcılığa ittifak ve işbirliklerinin etkisi de son derece dikkatli ele alınmalıdır.
Caydırıcılık bir neden - sonuç ilişkisi gibi değil, birbiri ile ilişkili çok sayıda etkenin bileşimi olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla caydırıcılık aslında bir denge problemidir. Dengenin sağlanabilmesi için tüm unsurların eşit ağırlıkta ve/veya azami ağırlıkta yerleştirilmesi gerekmeyebilir. Başka bir deyişle, belli konularda bulunan bir zafiyet, esasında başka bir boyuttan çok daha etkili bir caydırıcılık unsuru sağlayabilir.
Muharebede hasmı ezmek ya da rezil edercesine yenmek, kontrol edilemeyen ya da öngörülemeyen sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla koşullar elverdiği müddetçe hasma belli bir "hava boşluğu" bırakmak, onu mümkün mertebe rasyonel sınırlar içinde tutmaya çalışmak, uzun vadede avantaj sağlayabilir. Gerçekleştirilen hamlenin sadece sonucu değil, gerçekleştirilme şekli de hasmın tutum, değerlendirme ve davranışlarını etkileyebilir. Tamamen köşeye sıkıştırılan, çaresiz bırakılan ya da orantısız bir şekilde ezilen hasmın davranışları ya da kararlarını kestirmek güç olacaktır; zira böyle bir durumda hasım rasyonel kararlar almayabilir.
Esas maharet olayları planlandığı gibi yönlendirmek değil, olayların sonuçları ne olursa olsun bunlardan azami fayda sağlayabilmektir. Zira hiçbir harekât planlandığı gibi gerçekleşmez.
Kaynaklar
[1]: Konu ile ilgili bkz: en.wikipedia.org/wiki/Deterrence_theory
[2]: Ayrıca bkz: Mutually Assured Destruction: en.wikipedia.org/wiki/Mutual_assured_destruction
[3]: The Third World War, General Sir John Hackett et al, Sphere Books, Londra, 1988, s/50 - 53
[2]: Ayrıca bkz: Mutually Assured Destruction: en.wikipedia.org/wiki/Mutual_assured_destruction
[3]: The Third World War, General Sir John Hackett et al, Sphere Books, Londra, 1988, s/50 - 53
[4]: The Fifty Year War, Norman Friedman, Naval Institute Press, Maryland, 2007, S/328 - 329
1 yorum:
değişik ve süper bilgi tessekkürler :)
Yorum Gönder