29/06/2015

İşçinin Hikayesi, İşçiliğin Hikayesi

Michael Glawogger’ın 2005 yapımı “Workingman’s Death” (İşçinin Ölümü) isimli belgesel – filmi ile ilgili kısa bir araştırma yaptıktan sonra, dünyanın çeşitli köşelerindeki işçi hikayelerini, etkileyici bir sinematik anlatımla izleyeceğimi düşünmüştüm. Filmi izledikten sonra, işçiliğin ve geçirdiği dönüşümün hikayesini izlediğimi anladım. Workingman’s Death, çok fazla teorik alt metin kaygısı olmayan bir film. Olanı, olduğu gibi gösteriyor ve sadece bu yüzden izleyeni kendi ağırlığı ile sarıyor. İzleyeni, kendi teoriler dünyasına yabancılaştıracak kadar yalın bir şekilde yapıyor bunu.


Film, dünyanın farklı bölgelerindeki işçilerin günlük hayatlarını, sessiz bir tanık gibi izleyiciye aktarıyor. Herhangi bir dış ses ya da anlatıcı olmaması, izleyenin gösterilen mekâna dahil olmasını kolaylaştırıyor. Yönetmen yalnızca kamerayı son derece başarılı bir şekilde kullanarak izleyeni atmosfere çekmeyi başarıyor.

Film beş ana bölüm ve bir epilog üzerine inşa edilmiş:

1. “Kahramanlar”: Ukrayna’nın Donbass bölgesindeki kömür madencileri
2. “Hayaletler”: Endonezya’daki sülfür madeni işçileri
3. “Aslanlar”: Nijerya, Port Harcourt’taki açık hava mezbahasındaki işçiler
4. “Kardeşler”: Pakistan, Gadani’deki gemi söküm işçileri
5. “Gelecek”: Çin, Liaoning’eki çelik işçileri
6. Epilog: Almanya, Duisburg’daki eğlence parkındaki gençler

Filmde aktarılan işçi hikayelerinde en çok dikkatimi çeken nokta, neredeyse tüm işçilerin geçinmek için değil, deyim yerindeyse hayatta kalmak için çalışıyor olmalarıydı. Donbass’ta Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sora terkedilip madenciler tarafından kaçak olarak işletilen kömür madenindeki (gecekondu maden!) işçilerden biri bunu gayet kısa ve net bir şekilde ifade ediyor. Klostrofobik bir kabusa benzeyen madende gün boyu insanüstü emek harcayarak bir elin parmağı kadar çuval dolusu kömürü ancak çıkarabilen işçiler, aynı zamanda günlük hayatlarını, sıkıntılarını birbirleriyle paylaşıyorlar. Beni etkileyen, bir tabut eni ve boyundaki dehlizde uzanmış, toza ve ise bulanmış şekilde öğle yemeklerini yerken yaptıkları sohbetin niteliği, üç aşağı beş yukarı paralel bir evrende çelik ve camdan mamul bir plazada takım elbiselerle yapıyor oldukları sohbetle aynıydı. Filmi izlemeyip sadece o sahnesini dinleseydim, öyle bir mekânda ve o şartlar altında o konuşmaların yapıldığını hayal dahi edemezdim. Maruz kalınan şartların ve geçim mücadelesinden de öte, hayatta kalma mücadelesinin (hem de ironik bir şekilde ölüme bu kadar yakın bir şekilde) verilmesinin kanıksanmışlığı, tokat etkisinde. Teorilere boğulmuş bünyede bu tokadın etkisi kuşkusuz daha da sert olacaktır.


Donbass, Ukrayna’nın doğusunda zengin kömür yatakları ile bilinen bir bölge. Günümüzde Donbass, ilan edilen tek taraflı bağımsızlığının ardından Ukrayna ile Rusya destekli ayrılıkçılar arasındaki şiddetli çatışmalara sahne olmakta. Sovyetler Birliği döneminde ise ülkenin en önde gelen kömür kaynaklarından biriydi ve filmde de aktarıldığı gibi, Aleksandır Stahanov’un memleketiydi. Sovyet rejiminin işçi sınıfı için örnek bir figür (“celebrity”) olarak ön plana çıkardığı Stahanov, insanüstü bir performansla günlük kömür madeni toplama rekorlarını kırmış, maden işçileri için bir efsaneye dönüşmüştü. Kendisi çevresinde inşa edilmiş olan kültün izlerini filmde tespit etmek mümkün: Yeni evlenen bir çift, dondurucu soğuk ve diz hizasındaki karlara rağmen Stahanov’un heykelini ziyaret ediyor, saygı duruşunda bulunuyor. Maden işçileri ve ailelerinin Stahanov gibi bir isme bu denli derin bir saygı ve sevgi beslemesi için Sovyet rejiminin pek bir şey yapması gerekli değildi sanki: Tüm hayatları maden ve kömür çevresinde şekillenmiş olan bu insanlar için Stahanov, bir zafer timsali. Ancak tek bir farkla: Sovyet döneminde o zafer işçi sınıfının yükselişini, devletin ilerlemesini, kolektif gönenci temsil ediyordu, şimdi ise sadece hayatta kalmayı.

Benzer bir hayatta kalma mücadelesine, Endonezya’daki sülfür işçilerinde tanık oluyoruz. Volkanik yataklar ile dağın eteklerindeki toplama merkezi arasında, sırtlarındaki kovalarla gün boyu mekik dokuyan işçiler, karıncaları andırıyor. O kadar ki, başka bir dünyadan gelmiş ziyaretçilere benzeyen turistlere aldırış etmeden, aynı seri ve neredeyse içgüdüselleşmiş tempoyla koşturan işçiler, Sisifos’un post modern tezahürleri gibi, ama tek bir farkla: Sisifos kendisine verilen ceza gereği kayayı dağın tepesindeki oyuğa yerleştirebilmek için beyhude bir sonsuz döngüye mahkum kılınmıştı. Endonezyalı işçiler, bir sonraki gün hayatta kalmalarına yetecek kadar para kazanabilmek için dağın zirvesindeki kayayı aşağıya taşıyorlar. Ama döngü her iki örnekte de aynı: Bir sonraki gün hayatta kalabilmeyi başarmak. İlerleme ya da birikim söz konusu değil.

Yalnız sanırım bu Sisifos döngüsünü kırabilmiş az sayıda işçi var: Yaratıcılıklarını kullanarak sülfürden küçük biblolar yapan ve bunları gelen turistlere satan işçiler, hayatta kalma artı bir X değeri üretebiliyorlar. Sanki farklı dünyalara ait bu iki tür (işçiler ve turistler) bir şekilde iletişim kurmayı başarabilmiş gibi.

Filmin en kanlı, en rahatsız edici ama bir o kadar da en çarpıcı kısmı, Nijerya’daki açık hava kesimhanesine ait görüntülerdi. Keçi ve sığır başta olmak üzere her türlü büyükbaş ve küçükbaş hayvanın, Mad Max türü karanlık gelecek (“post-apocalyptic”) filmlerine rahmet okutacak bir ortamda kesildiği Port Harcourt, yine işçilerden birinin ifade ettiği üzere bir hayatta kalma mücadelesine sahne oluyor. Çamur, su birikintileri ve her türlü organik atık içinde seri şekilde kesilen havyanlar, yine açık alanda yakılan ateşlerde kızartılıyor, temizleniyor ve pazara sunuluyor. Ateşlerden çıkan duman, çamura karışmış kan ve organ parçaları, yığınlar halinde birikmiş boynuzlar, kafatasları ve toynaklar, pek çok kişi için ekrandan dahi izlemesi zor görüntüler oluşturuyorlar. Ancak artık şaşırmıyoruz: Bu işlerle uğraşanlar, en ufak bir rahatsızlık belirtisi dahi göstermiyor ve hatta işlerinin devamını sağlayabilmeleri için devlet yöneticilerine dua edenler “bile” var.

“Bile” kelimesini kullanıyor olmam, aslında ne kadar farklı dünyalarda yaşıyor olduğumuzun bir kanıtı sanki. Bu işçilerin hayat şartları, ekonomik ilişkileri ve ülkelerinin kalkınma dinamiklerine ilişkin yürüteceğim ya da uyduracağım her türlü teori tam da bu nedenle birer palavradan ibaret olacaktır. Şimdiye kadar okuduğum pek çok farklı görüşten, pek çok farklı ekolden iktisatçı gibi. Dünya değişiyor, her zaman bu böyleydi. Dünyanın değişmesini dün şekillendiren teknolojiler, eğilimler ve tercihler farklıydı, bugünküler daha farklı. Ancak dünyanın bu yarısının algısı, kesik bir sığır başını temizlerken “bu iş beni özel kılıyor, çünkü buradaki diğerleri benim yeteneklerime sahip değil” şeklinde övünen işçiyi anlamaya yetmiyor. Kesimhanedeki net görev paylaşımı üzerine Fordist bir bakış açısı ile yorum yapabilirim belki, ama “orada kimbilir ne tür mikroplar vardır” diye düşünmekten kendimi alamıyorsam, bu işçilerin hayat mücadelesinin özünü kavramam da mümkün olamaz. Zira oradaki işçilerin hiçbiri ortam şartlarından ya da yaptıkları işten en ufak bir şikayet belirtisi göstermiyordu. Aynı Donbass ya da Pakistan’daki tersanede, birbirlerine mesleki bağlardan çok daha sıkı bir kardeşlik ruhu ile bağlanmış diğer işçiler gibi. 

Bu kardeşlik ruhu bana savaşlarda, askeri harekatlarda birbirleri ile omuz omuza çarpışmış askerlerin kurduğu bağı anımsattı. Zor koşullara birlikte göğüs gerilmesi, bir yerden sonra ideolojileri, teorileri ve kuramları anlamsızlaştırıyor, gerçek hayatla bağlarını zayıflatıyor. Her şey; hayatta kalabilme ve yanındakine destek olabilme ile ilgili. David Harvey’i burada anmamak olmaz: Tüm üretim araçlarına el konmuş ve sermayenin yaratıcı yıkımı tam gaz sürmekte. Belgeselde gösterilen mekânların aynı zamanda dünyadaki en sıcak çatışma bölgelerinde yer alıyor olması tesadüf değil. Donbass, Batı ile Rusya’nın çıkar çatışmalarının iç savaşa dönüştüğü bir bölge; Nijerya, zengin petrol yataklarından dolayı aşırı İslamcı terör örgütleri üzerinden sömürgeleştirilmekte; Pakistan, Orta Asya enerji kaynaklarına açılan kapı olması nedeniyle terör pençesinde sıkılmakta; Endonezya, Asya – Pasifik’teki enerji savaşlarının bir cephesi. Tüm bu bölgelerde süregelen çatışma, savaş ve terörizm eylemleri, enerji hakimiyeti ve sermaye ilişkileri ekseninde cereyan eden küresel rekabetlerin yan ürünleri sadece.

Ve tüm bu işçiler, sadece bu savaşta hayatta kalma mücadelesi veriyor.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Mükemmel bir yazı,tebrik ederim.

Yorum Gönder