20/09/2005

Bak Şu Allah'ın İşine... Sudan Nire, Çin Nire?

Bildiğimiz gibi bir süredir Sudan'da hükümet destekli Arap gerillalar başta Darfur bölgesi olmak üzere yerel halk üzerinde en hafif deyimiyle soykırım uygulamaktaydı. Yaşlı ve çocuklar da dahil olmak üzere sistematik tecavüzlerin de gerçekleştiği rapor edilmişti. Sudan hükümeti ise sorunun çözümü için artan dış baskılara aldırış etmiyordu. ABD bu konuda BM Güvenlik Konseyi'ne bir tasarı sundu. Tasarı Sudan hükümetine "Bu işi durdur BM ile işbirliği yap, akıllı ol" diyordu. Ama dünyanın öteki tarafından aksi bir ses geldi "olmaz" diye.

Çin'den geldi o ses.

11/09/2005

Test Pilotu



- AN/AKT-17 test!

...

- AN/AKT-17 test edildi, operasyonel.

- AN/ALQ-26 test!

...

- AN/ALQ-26 test edildi; tüm alt sistemler çalışıyor.

- APU test!

...

- APU test edildi, operasyonel.

- Anlaşıldı Papa Hotel Sıfır İki. Kalkış izni verildi, iyi uçuşlar.

Gaz kolunu sıkıca kavradı, önündeki gösterge, düğme ve anahtar kokteyline baktı ve kafasını yavaşça kaldırdı. Önünde başka bir gösterge – düğme – anahtar çorbası vardı, kafasının üstünde bir başkası, boşluklarda da üçgen prizma şeklindeki kokpitin camının ufak bir kısmı: Ne güneşi, ne göğü, ne de yeri görmek için yeterliydi. Sadece ufuk çizgisini ve acil durumlarda iniş yaparken pisti görmesine yarayacaktı. Bundan nefret ediyordu, çünkü mühendisler o kokpiti tasarlarken “pilot romantizmine” hiç yer bırakmamışlardı. Göğü, güneşi, yer yuvarlağını istediği gibi göremeyecekti. Otomatik iniş sistemi sayesinde (Honeywell sağolsun!) inişler heyecanlı olmayacaktı, Sanders’ın yüreğini ağzına getirme şansı da hiç yoktu. Atmosferin üst sınırında sesten 3.5 kat hızla uçup M.I.T’deki ineklerin bile hayal edemeyecekleri “elektro-bilmemne” tarayıcıları kullanmak heyecanlı görünebilirdi, belki onlar için gerçekten heyecan verici olurdu. Ama o, o türden değildi, lisedeki platonik aşkına hava atmak için çok çalıştığı dönem hariç hiç “inek” olmamıştı ve onun için heyecan damarlarında akan bir sıvı, kalbinin patlaması, terden sırılsıklam olması ve tüm bunlardan sonra yakacağı bir sigara idi. Bu yüzden Deniz Kuvvetleri’ni seçmişti, bu yüzden Kore’ye gitmişti, bu yüzden test pilotu olmuştu. Bazen tüm bunların kendi seçimi olmadığını düşündüğü oluyordu. Çünkü kendisini başka bir yolda hayal edemiyordu; sanki hayata geliş amacı uçmak ve test pilotu olmaktı.

- Papa Hotel Sıfır İki, kalkış izni verildi. Lütfen 036’ya yönelin. Sistem arızası raporu verin.

Düşüncelerinden sıyrılmak için kafasını, daha doğrusu kafasına geçirdiği “balkabağını” salladı. Giydikleri özel basınç elbisesi ve kask, onları cadılar bayramındaki küçük çocuklar gibi gösteriyordu. kasklarına aralarında verdikleri isim de “balkabağı” idi.

- Anlaşıldı kule, 036. Tüm sistemler OK, sorun işareti yok.

036 pistine gitmek için hafifçe gaz verdi. Uçak (ona bir uçak denebilirse tabi, kendisi “uzay uçağı” demeyi tercih ediyordu, böylesi daha havalıydı.) cüssesinden beklenmeyecek bir nezaketle bu komuta cevap verdi. Üzerindeki devasa tentenin gölgesinden yavaşça dışarı doğru ilerleyen 02 seri numaralı “Phoenix” prototipi, etrafındaki yer personelinin, Hava Kuvvetleri yetkililerinin (Sanders’a göre koca-kıçlı-bol-yıldızlı-az-akıllıların) ve Convair mühendislerinin gözlerinin kamaşmasına neden olarak hafifçe sağ baştaki aprona yöneldi. Uçağın baştan aşağı gümüş renkli boyası, Nevada çölünde, bu tüm çöllerin mabedinde, daha bir tehditkar parlıyordu.

Gümüş renkli uzun bir dondurma külahı gibi görünen Phoenix, 036’nın başında durdu. Zarafetinden hiç bir şey kaybetmeden yavaşça sola döndü. Eşkenar üçgen şeklindeki delta kanatların kanatçıkları aşağı ve yukarı doğru oynadı, ana kanatların orta kısmındaki dev istikamet dümen finleri de bu mini baleye katılarak sağa sola kıvrıldı, külahın dairesel kısmındaki üç egzos lülesinin durgun karanlık görünümü parıldayan sarı gözlere döndü, külahın sivri ucuna yakın üçgen prizma şeklindeki kokpitin kanopisi yavaşça kapandı ve pilot Scott Robertson başparmağını havaya kaldırarak o nihai “OK” işaretini verdi.

Güvenli bir mesafeden bu hazırlıkları izleyen general heyetinin kıpırdanmaları, sabırsızlanmaya başladıklarını gösteriyordu. Şef mühendis George Sanders bıyık altından gülümsedi, koca-kıçlı-bol-yıldızlı-az-akıllılar hiç bir zaman sabredemezdi. Ona göre rütbe arttıkça sabır, akıl, irade ve ahlak, eksponansiyel biçimde azalıyordu. Bu tespitini formülize edecek kadar çok koca-kıçlı-bol-yıldızlı-az-akıllı ile muhatap olduğunu düşünüyordu. Ekipteki Alman mühendis ve teknisyenleri her gördüğünde teorisine olan bağlılığı daha da artıyordu. Ailesini öldüren roketleri yapanlar şimdi ülkesinin imkanları ile el üstünde tutuluyordu. Böyle ani nefret patlamalarının sonunda kendisini bir Redneck gibi hissedip, garip bir pişmanlık hissine kapılıyordu. Ama bu, engel olabileceği bir şey değildi.

- Bay Sanders? Bayım?

- Buyrun?

Bu iyiydi, işte bu gerçekten tam zamanında yapılmış iyi bir müdahaleydi. Baş asistanı Walter daldığını görmüş, tam zamanında onu kendine getirmişti. Walter’a minnet duymayı başka zamana bıraktı ve çeklistin uygun sayfasını çevirerek telsizin mikrofonunu eline aldı.

- Günaydın Scott!

- Günaydın Şef.

- AKT-17 düzgün çalışıyor, tüm telemetri verileri normal görünüyor. Senden ricam, 3 numaralı uçuş bacağına vardığında, öncelikle ALQ-26 testini icra etmen. Biz buradan AKT’nin ilettiği telemetri verilerine göre hangi alt sistemlere yoğunlaşacağına karar verip sana bildireceğiz. Mekanik ve hidrolik sistem testleri planlandığı gibi. Meteorolojideki çocukların söylediğine göre kısa kesmemiz gerekebilirmiş. Eğer böyle bir ihtimal ortaya çıkacak olursa mekanik ve hidrolik bacağını kısa kesebilir veya en kötü ihtimalle pas geçebiliriz.

- Anlaşıldı Şef.

Şef’in son cümlesinde bahsettiği ve Papa Hotel Sıfır İki’nin “anladığı” ihtimalin gerçekleşmesi, proje teslim tarihine eklenecek 4 ay ve faturaya eklenecek yaklaşık 150 milyon dolar demekti. Convair’deki zeki çocuklar için sorun yoktu: Johnson kesenin ağzını açmıştı, füze krizinden sonra epeydir Ruslar’ın yeni bir oyuncak üzerinde çalıştıkları haberini almamışlardı ve proje hakkında dırdır eden senatörlerin “kulakları çekilmişti” (şey, birininki kopmuştu). Kennedy’nin ölümü ve Vietnam’daki kargaşa, projenin geleceği hakkında iyimser olanların elini kuvvetlendirmişti ve haklı olduklarını düşünmelerini sağlayan şey, tam karşılarında kükremeye hazır bekliyordu.

Kükreyecek ve kızıl kargaları gökyüzünden silecekti.

* * *

Annesi intihar ettiğinde Scott 13 yaşındaydı. Annesinin sıcak ilişkiler kurduğu yegane insanlar olan emekli karı koca komşuları onu, Oregon’daki bir yetimhaneye teslim etmişlerdi. Başlarda, 6 – 7 ay onu düzenli ziyaret etmişler, ihtiyaçlarını ellerinden geldiği kadar karşılamışlardı. Bir keresinde onu sirke bile götürmüşlerdi. Ancak önce ziyaretlerinin sıklığı azalmış, sonra ara sıra ve dönüşümlü gelmeye başlamış en sonunda da sadece mektupla yetinmişlerdi. Yetimhaneye verilişinin ilk yılının sonunda artık kimse Scott’ı görmeye gelmiyordu.

Sessiz ve içine kapanıktı Scott (diğerleri gibi), az konuşuyor, az gülüyor, sık sık dalıyordu (diğerleri gibi). Ama onu diğerlerinden ayıran bir özelliği vardı: Uzun saatler boyunca resim çiziyordu, resimlerinin tek konusu da savaş uçaklarıydı. Babası ile ilgili hatıralarını canlı tutmanın tek yolu buydu, kendini öldürerek ona ihanet eden, onu yapayalnız bırakan annesini hiç affetmiyor, ona dair hayatındaki tüm izleri silmeye çalışıyordu. Mavi okyanus üzerinde Japon uçaklarını düşüren lacivert renkli Amerikan uçağı, babasını her zaman ona hatırlatacaktı. Hem böylece, babasını düşüren çekik gözlülerden de intikam aldığını hissediyordu. O, babasının seyrüsefercisiydi.

Ama yanılıyordu. Gerçek seyrüseferci başkasıydı.

* * *

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında hızla ilerleyen Chevrolet, sola sert bir dönüşle yönetim binasının önünde durdu. Arkadaki iri kıyım yolcu, ön kapıdan çıkmaya davranan askere eli ile “tamam, önemli değil” işareti yaparak kendi kapısını açtı. Elindeki evrak çantasını şapkasının üzerinde tutarak sokak lambasının aydınlattığı küçük merdivenlere doğru hızla yürüdü ve büyük yaylı kapıyı iterek içeri girdi. Daha önce mermilerden kendini nasıl başarıyla sakındıysa, şimdi de yağmurdan o denli başarıyla kendini korumuş, mavi üniformasını neredeyse hiç ıslatmamıştı.

- Selam Johnny

- Selam asker! Hoşgeldin! Bakıyorum yağmur sana dokunmamış, “Purple Heart”ın yanında şemsiye verdiklerini bilmiyordum.

John Skinner’ın yaptığı bu espriye yarım ağız sırıtışla cevap veren asker, içtenlikle dostunun elini sıktı. Skinner’ın bakışı, karşısındaki gri gözlü, uzun boylu adamın sırıtışındaydı. John buna “Birazdan-seni-öldüreceğim-orospu-çocuğu sırıtışı” diyordu ve eski silah arkadaşını çağırma sebebini bir an önce söylemezse bunun doğru bir tanımlama olduğunu anlayacağını tahmin ediyordu. Kendi yaptığı bu espriye kısa bir kahkaha patlattı. Karşısındaki koltuğa oturan dostunun yüzündeki sırıtışı çoktan silinmiş, meraklı ve sabırsız gri gözlerle kendine bakmaya başlamıştı.

Patavatsızlığı ve zevzekliğiyle muhteşem bir üne sahip olan Skinner, akıllıca bir şey yaptı ve dünyada bekletilmesi gereken en son insanlardan biri olan karşısındaki gri gözlü yakışıklı deve, onu davet sebebini açıklamaya başladı.

- Evet biliyorum, zamanlamam berbat. Zaten ne zaman iyi oldu ki? Bu yüzden kusuruma bakma lütfen, ama inan önemli olduğunu düşünmesem böyle apar topar çağırmazdım.

- Sorun değil Johnny, ama doğrusu epey merak ettim. Biliyorsun şu aralar başımız epey sıkışık. Bir yanda çekik gözlüler, diğer yanda Hunlar.

- Evet farkındayım, bu yüzden de hemen konuya girip seni fazla meşgul etmeyeceğim.

- Teşekkür ederim. Şimdi, nedir şu elindeki malzeme?

- Geçen ay Roberts’ın evindeki yemeği hatırlıyor musun? Hani bir ara üçümüz bahçeye çıkıp sohbet etmiştik?

- Evet, hatırlıyorum. Sen yine viski içmemiştin, halbuki o kadar da ısrar etmişti çocuk.

Durumun ne kadar önemli olduğunu ölçmek için söylediği bu son cümle karşısında Johnny’nin belli belirsiz bir sırıtışla cevap vermesi, subayı, durumun ciddiyetine ikna etti.

- Ah, evet... Şu bahsettiğin filo.. Ne demiştin ona? Hah, yetimler filosu. Sanırım bende tam ona uygun bir çocuk var.

- John, o filoya uygun adayların seçimi çok farklı bir prosedürle yapılıyor. Sendeki tüm çocuklar uygun olsa bile nasıl teklif edilebilirler ki?

- Bence önce şu dosyaya bir bakmalısın..

Subay, John’ın uzattığı koyu sarı renkli dosyayı aldı. Yetimhanedeki diğer çocuklarınkinden daha kalın bir dosyaydı bu. Kapağı kaldırıp ilk sayfayı açtı, isme baktı: Scott Robertson. 4 Mart 1930 Oregon doğumlu. Deniz Kuvvetleri’nde pilot bir baba ve muhasebe uzmanı bir annenin tek çocuğu. Annenin de babanın da hayatta akrabası yok, baba 2 sene önce Pasifik’te uçak gemisi Lexington’un güvertesinde ikmal alırken, uçağının yakıt deposunun infilak etmesi nedeniyle ölmüş. Anne ertesi sene, 1944’te bunalıma girip intihar etmiş. Yetimhaneye teslim eden karı koca düzenli biçimde ilgileniyormuş ancak sonradan uğramaz olmuşlar. 2 ay önce de evlerinde ölü bulunmuşlar. Yapılan tüm özel testlerden tam not almış. Etrafıyla ilişki kurmakta çekingen, sessiz, söyleneni yapan, itaatkar, aşırılıkları olmayan bir çocuk.

Kafasını dosyadan kaldırdı. Kendisini meraklı gözlerle süzen John’a baktı.

- Evet, iyi görünüyor. Ancak baştan söyleyeyim, şansı pek yok bence.

- İyi mi görünüyor? İYİ Mİ GÖRÜNÜYOR?!!! Lanet olsun! O bulabileceklerinizin en iyisi. Aylardır ülkenin altını üstüne getirdiğinizi biliyorum. Peki kaç tane “iyi” aday buldunuz? On? Yirmi? Halime bak kahrolası! Bu geri zekalı savaş yetmezmiş gibi dünyayı iki kere daha savaşa sokacak bilgiyi sattım size! Ne karşılığında? Üç yüz tane piçin bekçiliği! Ah ama bunu anlayabilirim, saf değiştirenler sevilmez. Peki tamam. Ama şimdi? Ya şimdi?! Hizmet ediyorum orospu çocuğu, aptal planlarınız için bir asker sunuyorum size, işlemeniz için bir maden cevheri! Anlamıyor musun? Vicdanımı temizlemem lazım, üzerimdeki bu yükten kurtulmam lazım!

Subay sabırla dinlemeye devam etti. Tarafsız bir ilgiyle, sanki odanın yukarılarındaki sihirli bir görünmez gözmüşçesine tüm sahneyi, karşısında histeri krizinin eşiğinde dolanan orta boylu kel adamın haykırarak, tükürükler saçarak konuşmasını gözledi. Dışarıda deli gibi yağan yağmurun sesini gözledi. Durumu gözledi. Aynı cephede yaptığı gibi. Tüm algıları sonuna kadar açıktı; zaman yavaşlamış, renkler berraklaşmış, sesler netleşmişti. John’un daha da çözülmesini bekleyecek, sonra darbeyi indirecekti.

- Bak dostum, meselenin sadece kurulacak araştırma üssü için test pilotu toplanması olmadığını ikimiz de biliyoruz. Üstlenecekleri görevlerin vicdani sorumluluğunu kolaylıkla taşıyabilecek, emirleri sorgulamayacak ölüm melekleri yetiştireceksiniz. Belki uzaya üsler kurulacak, belki de Tanrı bilir ne biçim uçan araçlar inşa edilecek. Bu piçler de sizin mükemmel pilotlarınız olacak. Böyle bir piçi keşfetmiş ve size kazandırmış olmak bana her açıdan yetecektir sanırım. Hep hayalim oğluma iyi bir gelir ve onurlu bir soyadı bırakmak olmuştu. En azından birincisini gerçekleştirmek istiyorum artık.

Sesi titreyen John başını iki elinin arasına aldı. Subay cebinden bir gümüş sigara tabakası çıkararak John’a uzattı, kılıç armalı Zippo’suyla ikisinin de sigarasını yaktı. Derin bir nefes alıp yere doğru üfleyerek (önemli kararlar veya konuşmalar arifesinde hep böyle yapardı) konuşmaya başladı:

- Geçen sene New York’ta görülen uçağı hatırlıyor musun? Şu rotasını kaybetmiş B-17 açıklamasını?

- Evet, yere bir kaç futbol topu attığı dedikoduları çıkmıştı? Sarhoş mürettebatın işi idi sanırım?

- Evet o olay. Ancak mürettebat sarhoş değildi, yere atılanlar futbol topu değildi ve o uçak da bir B-17 değildi. Dahası o, bir Amerikan uçağı bile değildi.

- Ne? Nasıl? Hiç bir şey anlamıyorum?

- O, bir Alman ağır bombardıman uçağı idi. Hunlar yeni geliştirdikleri 6 motorlu bir yüksek irtifa uçağının ilk operasyonel testini New York üzerinde gerçekleştirdi. Attıkları ise bir düzine kadar.. şey... bir çeşit eğitim bombası idi. Üzerlerinde bir jiroskop ve bir telsiz alıcı - vericisi olan küçük bombacıklar. Bir çeşit güdümlü bomba için eğitim prototipleri olduklarını düşünüyoruz. Hemen hemen hepsi Manhattan civarına düştü ve derhal toplandı.

John uzun süre açık kalan ağzından sigarasını düşürdü.

- O uçağın neden o kadar kolay bir biçimde New York’a gelebildiğini biliyor musun? Almanlar yeni bir motor geliştirmişler, bir çeşit jet motoru. Boyutları daha küçük, çok daha verimli, yani çok daha az yakıt harcıyor ve karşılığında çok yüksek itiş gücü sağlıyor. B-29’larımızdan bile yüksek irtifalara ulaşabiliyor. Dünyadaki hiç bir avcının yetişemeyeceği bir bombardıman uçağı... Bir düşün: Dünyanın en hızlı ve en yüksekten uçan uçağı, dahası, taşıyacağı bombalar, istedikleri yeri, istedikleri noktasından vurabilecek kadar hassas. Ve Hunlar büyük ihtimalle atom silahları üzerinde de çalışıyor.

- Ama bir dakika, bu heriflerin ordusu çökmek üzere değil mi? Normandiya ne halt etmeye yapıldı o zaman? Her gün gelen haberler, teslim olan SS’ler, ilerleyen Kızıllar?

- Doğru, haklısın. Bu genel durum işleri bir miktar değiştirdi. Bir olasılık, Almanlar yer altı fabrikalarında bu uçaklardan üretiyorlar, ama gerektirdiği pahalı ve komplike materyal ve teçhizattan dolayı üretim hızının düşük olacağı hesaplanıyor. Ama asıl önemli olan, taraf değiştiren mühendisler. Gün geçtikçe Alman elitinin savaşa ve Hitler piçine bağlılığı azalıyor. Yavaş yavaş çözülüyorlar. Çoğunlukla sağlayacakları bilgi karşılığında sığınma hakkı, güvenlik gibi şeyler talep ediyorlar. İşte bunlardan biri geçen sene Ağustos’ta, Fransa’daki birliklerimize teslim oldu.

- Dur tahmin edeyim: Şu esrarengiz uçağın projesinde çalışmış bir inek?

- Daha fazlası. “V” roketlerinde de önemli görevler üstlenmiş. Son işi o uçakmış. Uçağın planlarını teslim etti, karşılığında da kendisine sığınma hakkı verildi. Yeni oluşturulan şehirde bir araştırma merkezinin başına geçirilecek. Yetimler filosu işte burada devreye giriyor: Burada yapılacak uçakları uçurmak.

- Ama anlamıyorum.. Almanlar mahvolmak üzere, Japonlar da yavaş yavaş eriyorlar. Kime karşı uçacak bu uçaklar?

- Hiç belli olmaz.. Belki Ruslar’a karşı, hatta belki Fransızlar’a. Özellikle Ruslar’ın, Alman projelerini ele geçirmek için son dönemde yoğun çabası var. Almanya batmakta olan bir hazine gemisi sanki, herkes bir şeyler yağmalamaya çalışıyor.

Sigarasından derin bir nefes daha çekip dumanı yere doğru üfleyen subay devam etti:

- Aslında yetimler filosunun tüm potansiyel adayları aşağı yukarı belirlenmiş durumda. Ancak şu çocuk.. Scotty, gerçekten iyiye benziyor. Onu izlemesi için iki kişiyi görevlendireceğim. Buraya öğretmen olarak tayin olurlar, bu zaten belli bazı prosedürler için de gerekli.

Derin bir nefes alan John belli belirsiz gülümsedi.

- Teşekkür ederim dostum. İnan bana, bu çocuk bulabileceklerinizin en iyisi. Pişman olmayacaksın.

Subay içinden, “ama sen olacaksın” diye geçirdi.

Yağmur hafiflemişti. Emir subayı, kapıda komutanını görünce hemen sigarasını yere atıp söndürdü ve koşarak arabanın başına geçti, selam durup kapıyı açtı. Komutanı dalgınca selam vererek Chevrolet’e bindi, aklı elindeki klasörlerdeydi. Koltuğa oturur oturmaz en üstteki sarı renkli ve diğerlerinden daha ince olan dosyayı açtı. Almanca’sı hiç bir zaman İtalyanca’sından daha iyi olmamıştı, ancak en tepedeki el yazısıyla yazılmış “Haftalık Olağan Rapor” kelimelerini kolayca seçti. Bir taşla iki kuş vurmuştu o gece. Çift (üç? dört?) taraflı bir ajanın işini, kullanım tarihi sona erdiği için bitirmiş, Phoenix için de yeni bir potansiyel aday bulmuştu. Scott’un dosyasını incelemeyi ertesi güne bıraktı. O anda tüm dikkati, John’un Roosevelt’in sağlık durumuyla ilgili hazırladığı rapordaydı.

Chevrolet, Flanders Yetimhanesi’nin bahçesinden çıkarken yağmur tamamen kesilmişti.

* * *

Gaz kolunu nazikçe ileri itti. O ana kadar mırıldanan motorlar uğuldamaya başladı. Gaz kolunu en ileri pozisyona oturttuğunda ise uğultu tiz bir çığlık sesine dönüştü. Scott P & W-XJ-345 Atlas’ın art yanıcılı sesini kızılderililerin savaş çığlıklarına, seyir esnasındaki sesini ise bariton bir “o” sesine benzetiyordu. İlahi bir gücü hatırlatıyordu o davudi bariton ses; sanki motor ve kanatlarla değil, sesle uçuyordu. Ama o büyülü sesi dinlemesine daha az bir süre vardı. Şimdi cehennemden serbest kalan zebanilere yakışacak çığlık seslerine kumanda etmeli, bulutları yakmalıydı.

- Kalkış sorunsuz, irtifa 10 metre ve yükseliyorum, iniş takımları içeri alındı.

- Anlaşıldı Papa Hotel Sıfır İki, kalkış onaylandı.

Yarısına kadar toprağa gömülü beton kontrol kulübesinin penceresinden kalkışı izleyen Sanders derin bir nefes aldı. Prototip kalkışlarından hep çok korkardı, ona göre iyi bir kalkış, başarılı bir testin yüzde ellisiydi.

- Kalkış bacağı tamamlandı. Baş 125, irtifa 5.

- Oskar Alfa Sıfır Bir ve Oskar Bravo Sıfır Bir ile buluşma bacağına geçince rapor edin.

- Anlaşıldı, tamam.

Bu esnada 036 pistinden önce bir F-104, hemen ardından da bir B-52 gözlem uçakları havalandı. Havalanıp pozisyon alması uzun süren B-52’yi havada daireler çizen Starfighter sabırsızlıkla bekliyor gibiydi. Etrafta gözlem ve arama kurtarma görevleri için havada tutulan UH-19’lar da eklenince, 78 Numaralı Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi’nin pisti, postmodern bir arı kovanını andırıyordu.

- Beşik, Oskar Alfa Sıfır Bir. Kalkış tamamlandı, buluşma bacağına geçildi.

- Oskar Alfa Bir, Beşik. Anlaşıldı.

- Beşik, Oskar Bravo Sıfır Bir. Kalkış mükemmeldi, umarım randevum da mükemmel olur, bu sıcak yavruyu dikizlemek için sabırsızlanıyorum.

B-52’nin patavatsız pilotunun verdiği durum raporu kontrol kulesinde sinirleri gerilmiş personeli kahkahaya boğdu. Berlin üzerinde 15 sorti uçmuş, her defasında en az bir motoru parçalanmış ancak mürettebatının her zaman sağ salim eve dönmesini sağlamış Mark “Aygır” Fitzpatrick’in, ayrıcalıklı bir yeri olması doğaldı. Onun gibi “kafayı bombalamış” (Sanders’ın kendi kendini tanımlayan, dahiyane terimlerinden birisi daha) pilotlara asla kızılmaz, muzırlıkları ve ufak delilikleri hoş görülürdü. Her ne kadar normal insan davranış marjininin bir miktar dışında olsa da, Fitzpatrick bu gibi ciddi ve riskli görevler için biçilmiş kaftandı. Projedeki tüm personel gibi.

- Oskar Bravo Sıfır Bir, Beşik. Elini çabuk tutmazsan ona daha çok muhtaç kalacaksın. Bebek seni beklemekten sıkılmışa benziyor.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Kesinlikle doğru, şimdiden yanımda bir yakışıklı görüyorum. Çevik bir aygır gibi.

- Ha ha ha ha! Oskar Bravo Sıfır Bir, Oskar Alfa Sıfır Bir. Önce gelen malı götürür. Biz iki hızlı genç takılırken sen arkada bizi izle bakalım.

- Herkes dinlesin, Tango Hotel Sıfır Üç konuşuyor. Bu kadar sohbet yeter. Artık işimize bakalım. Bu gün keyif uçuşu yapamayacağınızı bildirmekten zerre kadar üzüntü duymuyorum. “Aman-ne-kadar-güzel-bir-gün” uçuşları geride kaldı, aynı Kansas gibi, sizi metal Oz büyücüsü bozuntuları!

Yarbay Hikes konuştuğunda herkes susardı, bunun istisnası Alman pilotlarıydı ve hepsi de bedelini ödemişti. Çift kişilik F-106’nın arka koltuğunda testin uçuş kısmına komuta edecekti.

- Şimdi, liseli kızlar gibi kikirdeşmeyi bırakın da işimize bakalım. Bugün test programı epey yoğun ve hava da bir azizlik yapacak gibi görünüyor. O yüzden elimizi çabuk tutmalıyız. Mühendis çocuklar bizden epey veri bekliyor, onlara sağlam bir yığın hazırlayalım. Papa Hotel Sıfır İki, 2 numaralı uçuş bacağına ulaşınca APG-11’yi devreye sok, bakalım bu kuşun gözleri ne kadar keskinmiş.

- Anlaşıldı Tango Hotel Sıfır Üç.

Phoenix yaklaşık 15 derecelik tırmanma açısı ile irtifa kazanırken yavaşça sağa doğru burnunu çevirdi. Bu manevrası, sağ kanadının yaklaşık 750 metre gerisindeki F-104 pilotunun gözlerinin kamaşmasına sebep oldu, Phoenix’in parlak gümüş renkli kanatları güneş ışığını daha bir cüretkar yansıtıyordu.

Randevu bacağının yaklaşık 2 mil kuzey batısında, 10 bin fit irtifada dört uçak da (Phoenix, F-104, B-52 ve Hikes’ın F-106’sı) formasyona geçtiler. F-104, Robertson’ın kanat adamı olarak daima sağ arkasındaydı; B-52, güçlü kameraları ve kayıt cihazları ile sol arka tarafta ve biraz daha yüksekteydi. F-106 ise yaklaşık 1 mil geride ve B-52 ile aşağı yukarı aynı irtifada idi. Tüm test boyunca bu formasyon korunacaktı.

Üç numaralı uçuş bacağına ulaştığında Robertson, APG-11A-0 atış kontrol radarının ana devre anahtarını kapattı. Önündeki yuvarlak ekran bir saniyeliğine hiç tepki vermedi. Neden sonra önce bir kaç çizgi titreşti ve hemen ardından siyah ekran koyu yeşil renge büründü ve açık sarı çizgiler dans etmeye başladı. Çizgilerin dansına küçük sarı daireler ve kareler de eşlik ediyordu. Bir iki saniye sonra radar tam performansına ulaştı ve dans sona erdi. APG-11A-0 mükemmel bir biçimde çalışıyordu.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Gözlerim görüyor.

- Papa Hotel Sıfır İki, Beşik. Anlaşıldı harika. Tamam.

Kontrol kulübesinin içinde belli belirsiz bir sevinç dalgası yükseldi ve generallerin mırıldanmaları sonucu yavaş yavaş söndü. Mühendisler neredeyse telepatik bir biçimde anlaşarak bunun şerefine sarhoş olmayı o akşama ertelediler. 7 yıllık çalışma sonunda meyvesini vermişti. 18 yıllık emek uçuyordu ve daha test edilmesi gereken bir yığın “emek meyvesi” vardı. Ama en zoru başarılmıştı, “göz” artık görüyordu.

Kızıl kargaları avlayacak kartal, artık görüyordu.

* * *

- Günaydın komutanım.

- Günaydın Marten. Nedir görüşmek istediğin mesele?

- Komutanım, bu sabah OKB-3’teki ajanımızdan bir mesaj aldım.

- OKB-3... Şu Wolfgang Grün-bilmemnenin ekibinin olduğu üs değil mi?

- Evet efendim, orası. 45’te çizim masasında kalan bir kaç projeyi orada hayata geçirdiklerinden şüpheleniyorduk, anlaşılan korkularımız doğru çıktı... En azından birisi.

Albay Matthews, Yüzbaşı Marten’in uzattığı raporu ve iki fotografı inceledi. Bir yığın teknik detay vardı, ancak onlar arasında işine yarayacak bilgileri kolayca ayıkladı: 7500 km menzil, 19 bin metre servis tavanı, saatte yaklaşık 2800 km sürat, 6 turbojet motoru, tahmini 15 bin kg veya daha fazla bomba yükü. Yeni geliştirilen bir havadan karaya uzun menzilli roketten 12 adet taşıyabiliyordu. Matthews’in gözü bu bilginin altındaki bir başlığa takıldı, kırmızı ile yazılmıştı: “Sokol-1P”

- Nedir bu Sokol?

- Komple bir atış kontrol sistemi efendim. Radar, atış kontrol bilgisayarı, güdüm bilgisayarı, jiroskop ve bunun gibi alt sistemlerden oluşuyor. Roketlere güdüm bilgisini ve uygun fırlatma noktasını hesaplıyor. İlaveten seyrüsefer için de entegre bir bilgisayar taşıdığını düşünüyoruz.

- Nasıl yani? Bu uçağın taşıdığı füzeler güdümlü mü?

- Evet efendim, tahminlerimize göre yaklaşık 200 metre yanılma payı ile uygun hedeflere yönlendirilebiliyorlar.

- 200 metre mi? O kadar tekno-bla-bla ile ancak 200 metre mi? Kore’de benim Dresden yorgunu B-26’cılarım 5 metreyi başarmıştı!

- Şey efendim, füzelere nükleer başlık takılabiliyor.

- Ne kadar nükleer Marten?

- .......

- Lanet olsun orospu çocukları!

Albay’ın yüzünün rengi soldu. Roketsiz ve bilgisayarsız bile bu uçak yeterince kötüydü, ama bu yıkıcı darbe olmuştu. Kendini derhal toparladı ve interkomun düğmesine bastı.

- Janine, bana derhal Hava Kuvvetleri bakanı ile bir randevu ayarla. Çok acil olduğunu söylersin.

- Marten, bunu derhal ayrıntılı bir rapor haline getir ve sunuş yapılabilecek şekle sok. Bu iş berbat görünüyor.

- Derhal efendim.

Ertesi gün öğleden sonra Savunma Bakanlığı’nın 3 numaralı konferans salonu, alışılmadık bir hareketliliğe sahne oluyordu. Salonun kapısının iki yanında beyaz miğferli ve tüfekli askeri polisler heykelcilik oynuyor, beyaz miğfersiz askeri polisler bir bir, ellerine kelepçeli çelikten yapılmış gibi görünen çantalarla içeri giriyordu. Derken birdenbire hareketlilik kesildi ve içerideki tüm askeri polisler, bu sefer kelepçesiz ve çantasız dışarı çıktılar. Koridorun ucunda bir güruh belirdi; yarısı takım elbiseli, yarısı mavi üniformalı yığın homurdanarak konferans salonuna girdiler. Kapıdaki askeri polisler, duydukları homurtulardan bunun Süveyş’teki durumla ilgili bir toplantı olduğunu düşünecekti.

- Evet beyler isterseniz hemen başlayalım. Albay Matthews konunun acil olduğunu söyledi. Buyrun Albay.

- Teşekkür ederim efendim. Baylar, dün Yüzbaşı Marten’in bana sunmuş olduğu bir istihbarat raporu, Sovyetler Birliği’nin yeni bir uzun menzilli, ağır bombardıman uçağı geliştirmekte olduğunu ortaya koyuyor. Teknik özelliklerini incelediğimde şu sonuca vardım ki, tamamlandığında bu uçak, ABD’nin herhangi bir bölgesini, şu anki savunma olanaklarımızla engelleyemeyeceğimiz bir biçimde vurabilecektir. Müsaade edersseniz ayrıntılı bilgi vermesi için sözü Yüzbaşı Marten’e vereyim. Buyrun Yüzbaşı.

- Teşekkür ederim efendim. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği pek çok Alman bilim adamı ve mühendisi, aileleri ile birlikte ülkesine aldı. Bu aileler için bir kısmı Ural Dağları’nın doğusunda olmak üzere şehirler kurdu; hiç bir haritada yer almayan, varlığını sakinlerinden başka tüm ülkede bir avuç insanın bildiği şehirlerdi bunlar. Bu şehirlerde yaşayan mühendis ve bilim adamları aynı zamanda şehirlere yakın bölgelerde kurulan araştırma merkezlerinde çeşitli projelerde çalıştırılmaktadır. Büyük çoğunluğu savaş bittiği sırada çizim masasında veya prototip aşamasında olan bu projeler, genelde havacılık ve roket bilimleri alanlarındadır. Şehirlerin ismi, Rusça “Araştırma Geliştirme Ofisi” kelimelerinin kısaltması olan “OKB” ve bir sıra numarasından oluşmaktadır.

Bu şehirlerde, takdir edersiniz ki, güvenlik en üst düzeydedir. Sakinlerin, şehir sınırlarının dışına çıkmasına kesinlikle izin verilmemekte, her ihtiyaçları anında karşılanmaktadır. Ancak büyük şans eseri, bu şehirlerin birisinden idealist bir bilim adamı, bir yolunu bulup, Moskova’daki bir ajanımızla temas kurdu. Epey heyecanlı olan bu hikayeyi, zamanımızın darlığından dolayı şu anda aktaramayacağım.

Kod adı “OKB-3” olan bu şehirdeki bilim adamı bir aerodinamik uzmanı. Kendisinin ajanımıza aktardığı bilgi ve dokümanlara göre bu şehirde uzun süredir yürütülen ve önemli mesafe kat edilen bir bombardıman uçağı projesi var. Albay Matthews’ın özet bilgilerini verdiği bu uçağın orijininin, savaşın son dönemlerinde Focke Wulf tarafından geliştirilen ancak rüzgar tüneli testleri aşamasında kalan Focke Wulf EF- 230 olduğunu sanıyoruz. Aslında bu uçak istihbarat birimlerimize yabancı değil. Zira EF-230’un tasarım açısından ağabeyi sayılabilecek EF-130, 1944’te New York semalarında kısa bir süre uçmuş ve yere test amaçlı bir kaç adet patlayıcı olmayan eğitim bombası bırakmıştı.

Marten, heyetin hayret dolu gözlerine ve sinirli mırıltılarına aldırış etmeden yansıyı makineye yerleştirdi. Geçmişe dönük detaylı açıklama yapmak için vakit yoktu, hem yeterinden fazla bilgi ellerindeki dosyalarda mevcuttu. İsterlerse zahmet edip okuyabilirlerdi.

- Bu çizimde bir EF-130 görüyorsunuz. OKB-3’ten aldığımız bilgiler ışığında görsel olarak bundan çok da farklı bir uçak olduğunu sanmıyoruz. Esas farklılık motor tipi, performans ve kullanılan aviyoniklerdedir.

Genel görünüm olarak uçan kanat olarak tabir edilen bir formu var. Uçağın orta hattının hemen sağ ve solunda üçer motor bulunmakta, ki bu, EF-130’dan görsel olarak ayrıldığı neredeyse tek nokta; 130 dört motorlu idi. Mürettebatının 6 ila 8 arası olduğunu sanıyoruz. Çok büyük bir ihtimalle savunma amaçlı makineli tüfeklerin konumları henüz netleşmedi, buna göre mürettebat sayısı 2 – 3 kişi daha artabilir.

Kokpite ev sahipliği yapan su damlası şeklideki yapının hemen bittiği noktadaki şu eliptik çıkıntı, “Sokol-1P” adı verilen atış kontrol ve seyrüsefer sisteminin radarı, “Almaz-S”. Sokol, son derece sofistike ve kompleks bir sistem. Doğrusunu söylemek gerekirse, Kore’de karşılaştığımız MiG-15’lerin teknolojik seviyesini gördükten sonra, böyle bir sistem bizim için büyük bir sürpriz oldu.

Sokol hem uçağa gerekli seyrüsefer verilerini sağlayan, hem de saldırı için gerekli parametreleri kontrol edip silahlara komuta eden kombine bir sistem. Görev planlaması esnasında yerde bilgisayara gerekli veriler yükleniyor. Bilgisayar uçuş esnasında bu verilere göre bir şekilde uçuşu yönetiyor ya da denetliyor. “Bir şekilde” kelimesini kullandım, çünkü bu konuda henüz tam net bir bilgimiz bulunmamakta.

Bu uçağın, henüz resmi proje kodunu bilmiyoruz o yüzden bundan sonra ofisimizin vermiş olduğu “Karga” ismini kullanacağım. Karga’nın bir diğer üstün yanı performansı. 19 bin metre irtifada saatte yaklaşık 2800 km sürat yapabildiğini ve 7500 km menzile ulaşabildiğini hesapladık. Biz sabahtan akşama kadar kızıllarla muhatap olduğumuz için metrik sisteme alışığız, sizin için raporlarda imperyal ölçü birimlerini de sunduk.

Raporlara eğilen kafaların (çoğu keldi) taşıdığı gözler (çoğu gözlükler arkasındaydı) faltaşı gibi açıldı.

- Beyler, bunu söylemekten acı duyuyorum ancak ne yazık ki elimizdeki hiç bir füze ya da av uçağı Karga’yı önlemeye muktedir değildir.

Raporlara eğilmiş durumda bulunan kafalar bir anda sanki serbest kaldı ve homurtular çıkarmaya başladılar. Omuzları yıldızlı kafalardan daha az homurtu ancak daha fazla somurtma yayılıyordu. Takım elbiseli kafalar bir sağdaki kafaya bir soldakine homurdanıyordu. Yüzbaşı Marten bu kafa senfonisine sadece bir tanesinin katılmadığını gördü: Salondaki en arka koltukta oturan bir Hava Kuvvetleri albayının. Loş ışıkta gri gözleri parlıyor, kel kafasına yansı makinesinin ışığı çarpıyordu. Sessizdi gri gözlü albay ve gözlerini dikmiş, sabit bir biçimde Marten’e bakıyordu.

- Efendim müsaade ederseniz devam edeyim.... Teşekkür ederim. Evet, şu anda bu uçağa karşı elimizde yeterli önlem bulunmamakta. Ancak önümüzde bir miktar zaman ve olası çözüm alternatifleri bulunmakta. Öncelikle Karga’nın prototip aşamasına geçmesi için 2 ila 3 yıllık bir zamana ihtiyaç duyulduğunu hesapladık. Hizmete girmesi için ise 7 ila 9 sene gereklidir diye düşünüyoruz. Bu sürenin, elimizdeki alternatifleri olgunlaştırmak için yeterli olduğu kanısındayız.

- Nedir bu alternatifler Yüzbaşı?

Soruyu soran gri gözlü albaydı.

- Efendim ilk olarak düşündüğümüz, performans olarak Karga’dan daha üstün bir av – önleme uçağı. Bu konuda Convair ve Lockheed’in belli bir birikimi bulunmakta.

- Convair şu Alexander Lippisch’i çalıştıran firma değil miydi? Delta Dagger, Delta Dart falan?

Gri gözlü anlaşılan dersine iyi çalışmıştı.

- Evet efendim, Lippisch’in delta kanat tasarım tecrübesinden faydalanarak bir dizi tasarım geliştirmişlerdi. Bunlardan ikisi de saydığınız uçaklardır. Zaten az önce belirttiğim alternatiflerden birisi de yine delta kanatlı, yüksek süratli, yüksek irtifadan uçabilen bir önleme uçağı. Projeleri henüz resmiyet kazanmadı, o yüzden bir “F” numarası yok, ancak Convair’dekiler kendisine Phoenix diyorlar. Aynı zamanda Lockheed de, Poseidon isimli bir yüksek irtifa av uçağı tasarımı üzerinde çalışmakta. Eğer geliştirme çalışmalarını zamanında tamamlayabilirlerse Phoenix ile yarışacak konuma gelebilirler. Bu iki uçağa ilaveten bir diğer alternatif ise yüksek irtifalara ulaşabilen güdümlü füzeler. Biliyorsunuz bu konudaki bazı araştırma çalışmaları, geçen seneki bütçe kısıntıları sebebiyle rafa kaldırılmıştı.

Bir kaç takım elbiseli kafa, iğneleyici bu sözün ardından yarım ağız ile gülümsedi. İçlerinden biri söz alarak Marten’e sordu:

- Benim anlamadığım bir şey var: Şimdi Ruslar bu Karga haltı için uzun süredir çalışmakta, burada öyle yazıyor. Biz bunu daha yeni öğrendik, ve siz diyorsunuz ki bu uçağa karşı geliştirilen av uçağı projeleri var. Bu nasıl oluyor? Daha önceden bilmediğimiz bir tehdide karşı nasıl bu hazırlıkları yaptık? Bunların onayı nasıl verildi?

Gelecekte, başka bir ortamda, sorduğu soruları azaltması gerektiğini acı şekilde öğrenecek olan bu bürokrata Marten sabırla cevap verdi.

- Efendim, Phoenix ve Poseidon esasen av değil, bombardıman uçağı olarak planlanmışlardı. Av versiyonları uzun vadeli planlar arasındaydı. Ancak Karga ile ilgili ilk duyumlar yaklaşık 4 ay önce elimize ulaştığında, henüz teyit edilmeden yani, av versiyonlarına öncelik verilmesi için adı geçen firmalara üstü kapalı telkinlerde bulunuldu.

- Yani şu anda Ruslar’ın yaptığını biz daha önce yapmaya çalışıyorduk öyle mi? Bu durumda kızıllar bizden bir adım öne geçmiş durumdalar.

- Ben bir gol öne geçtiklerini düşünüyorum efendim. Bu uçaklar sayesinde biz Ruslar’a 4 – 5 gol atacağız.

Bu öngörü, odadaki üst düzey yetkililere, stratejik av - önleme uçağı projesi olan “B01 – 312”ye start verilmesi için gerekli tüm motivasyonu sağladı. Marten uzun ve ayrıntılı raporlarla yaralamış, risk ve tehdit tespiti ile parçalamış, futbol esprisi ile fethetmişti. Odadaki Savunma bakanlığı bürokratlarının yedisinin lisede futbol oynamış olmasının bunda Tanrı bilir ne kadar rolü vardı...

* * *

- Radar ALM açık. ALM Telemetri açık.

- Anlaşıldı Papa Hotel Sıfır İki. Radarımızdan sana hedef kerteriz bilgilerini göndermeye başlıyoruz. Aldığın verileri rapor et.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Temas alındı: 230 baş, 10 irtifa.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Otomatik ateş modu açıldı, önleme bacağına geçiyorum.

Robertson’un, kontrol kulübesindeki sevinç çığlıklarını o irtifa ve süratte duyması mümkün değildi. Phoenix’in, yer kontrol radarından otomatik olarak hedef bilgisini alıp yine otomatik olarak saldırabilmesini sağlayan atış kontrol sistemi başarıyla çalışıyordu. Bu sayede farklı yön ve yüksekliklerden gelen Sovyet bombardıman uçaklarının uzun menzillerden önlenmesi mümkün olabilecekti, uçağın radar menzili devasa yer radarlarınınki kadar artmış oluyordu.

Bir sonraki uçuş bacağına geçmek için gaz kolunu sonuna kadar ileri itti. Motorların sesi bariton “O” uğultusundan, kesintisiz kızılderili savaş çığlığına dönüştü. Aynı sinemadaki Siyular gibi çığlık atıyordu Phoenix. Sadece bu ses bile düşman için yeterince ürkütücü olmalıydı. Aslında bir kızılderiliden çok bir zebani gibi böğürüyordu uçak. Ve ne kadar çok gür böğürürse o kadar hızlı gidiyordu. Evet, uçağı (ah, uzay uçağı!) gerçekten sesle uçuyordu!

Saniyeler (saliseler?) içinde 30 bin feet’e tırmandı. Etraftaki uzay – zamanı büktüğünü hissediyordu. SciFi World’daki öykülere yakışacak bir uçuştu. Kısa süre sonra hedef dronu kendi radar ekranında gördü: küçük yeşil bir nokta. Nişan hattı takip çizgisini hedefin üzerine yerleştirdi, otomatik takip ve saldırı modunu açtı. Dördüncü bir motor kadar yer kaplayan atış kontrol bilgisayarının işini iyi yapmasını umarak önüne baktı. 45 dakikalık uçuşun kalkış kısmı sayılmazsa ilk kez kokpitten dışarı bakıyordu.

Ay’ı gördü, gökyüzünde dev bir ısırılmış donut gibi görünen Ay’ı. “Sana da sıra gelecek koca peynir” dedi içinden ve gülümsedi. Sağ dizinin hemen yukarısındaki bir alarmın devreye girmesi, Robertson’u daldığı düşüncelerden söküp çıkardı.

- Lanet! Bu da ne?!

3 numaralı elektrik güç kaynağına giden akım durmuştu. Bu, atış kontrol radarını besleyen jeneratörün güç kaynaklarından birisiydi. Kısa süre sonra otomatik takip modu devreden çıktı. Radar yarım güçle çalışıyordu.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. 3 numaralı jeneratörde arıza raporu. ATATS devre dışı, radar sinyalinde güç kaybı. ALM devre dışı.

- Papa Hotel Sıfır İki, APU’yu devreye sokun.

Yedek güç ünitesini açtı. Radar tam güce ulaştı ama hedef takip sistemi ATATS cevap vermedi. Alarm sesi kulağını eriten bir tizlikle ötmeye devam ediyordu; birkaç saniye sonra bu iğrenç sese bir ikincisi eklendi. 2 numaralı jeneratör de susmuştu.

- Ne?! Nasıl?!

Seyrüsefer sistemi karardı. Hemen ardından ikinci APU da devre dışı kaldı. Kokpitte alarm ışıkları resmen dans ediyor, alarm bipleri bu dans için eşsiz bir müzik yaratıyordu.

- Beşik, 2 numaralı jeneratör gitti, yedek APU gitti, seyrüsefer sistemi devre dışı, radar güç kaybı arttı, hedef temasını kaybettim.

- Papa Hotel Sıfır İki, Beşik. Acil durum bacağına geçin. Telemetride sorun görünmüyor. Sistem test prosedürünü uygulayın.

“Test prosedürünü bir tarafına sok!” diye geçirdi Robertson. Elektrik sisteminde şimdiden yüzde kırk kayıp vardı. Bir şeyler fena halde ters gidiyordu, test iptal edilmeliydi ama aşağısı bunu görmezden geliyordu. Ah, test iptal olursa neler olurdu sonra? Savunma Bakanlığı’na nasıl hesap verirlerdi? Zaten bütçe kotasının dibini görmeye başlamışlardı, bir de bunun üzerine “kusura bakmayın, elektrik tertibatında bir yalıtım hatası olmuş. Düzeltmek için 4 ay ve 75 milyon dolarcığa daha ihtiyacımız var” mı diyeceklerdi? Bu test bugün bitmek zorundaydı ve bunu tüm Convair inekleri biliyordu. 3 ve 4 yıldızlılar böyle buyurmuştu çünkü.

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Sistem test tamamlandı. 3 no’lu jeneratör halen devre dışı, 2 no’lu APU geri döndü. Seyrüsefer yarı kapasiteyle çalışıyor. Radar yüzde otuz güçte, hedef temasını güçlükle koruyorum. Telemetri iyi görünüyor ama ikide bir kapanıyor. Oksijen sisteminde düşük miktarda güç kaybı var. Hidrolikler normal, yedek hidrolikler normal, silah atış kontrol normal, ATATS devre dışı, ALM devre dışı.

- Anlaşıldı Papa Hotel. 035’ye yönelin ve komut bekleyin.

035.. Onu tekrar test bacağına yönlendiriyorlardı. Test devam edecekti, ne pahasına olursa olsun.

- Oskar Alfa Sıfır Bir, Beşik. Bravo Yedi Üç sektöründe Papa Hotel Sıfır İki ile buluşun. Yakın gözlem formasyonunda uçun.

- Anlaşıldı Beşik.

- Ne yapacağız Bay Sanders?

- Orospu çocuğunun dehasını konuşturması için dua edeceğiz. O, bu tür belaları çözmek için yetiştirildi.

Yukarıdaki orospu çocuğu gaz kolunu yüzde yetmiş seviyesine kadar düşürdü. Motorlar bariton uğuldamalarına geri döndüler. Alarm seslerini teker teker susturdu. Alarmların loş kırmızı ve sarı ışıkları kokpitin karanlığında kötücül gözler gibi parlıyordu; aydınlatma sistemi de gitmişti.

- Hey Robertson, nasıl gidiyor ahbap? Ben Luke.

- Seni görmek güzel Luke. Burada işler sarpa sardı.

- Merak etme. Dört yönündeyim, seni yakından izliyorum. Aşağıdan teste devam emri geldi, 5 numaralı bacağa yöneleceğiz şimdi.

- Tamam Luke, 5 numara. 12 mil sonra manevraya başlıyorum.

Robertson bir yandan da elektrik sistemi kontrol paneline yoğunlaşmış durumdaydı. Anahtarları açıyor, anahtarları kapatıyor, küçük vanaları çeviriyordu. Sol kolu elektro mekanik panelin organik bir uzantısı gibiydi sanki. Böyle anlarda kendisini pilot gibi değil, bir “uçuş kontrol sistemi” gibi hissediyordu. Uçağa kumanda eden bir insan değildi sanki, uçağın bir parçasıydı. Ve bundan nefret ediyordu.

Uçak, Robertson’un düşüncelerini sezmiş ve buna kızmış gibi, “uçuş kontrol sisteminin” hiç bir çabasına cevap vermedi. Hiç bir değişiklik olmadı, hiç bir devre dışı sistem çalışmaya başlamadı. Robertson’un alnındaki terlerin arasında ilk soğuk olanlar belirmeye başladı. Parmaklarının hareketi hızlandı, gözler göstergeler arasında daha hızlı gidip gelmeye başladı.

Hiç bir şey. Hiç bir şey değişmedi. Bir tane bile alarm ışığı sönmedi.

- Lanet olsun! Beşik, Papa Hotel Sıfır İki. Cevap vermiyor, elektrik sistemi hiç bir komutuma cevap vermiyor.

- Anlaşıldı Papa Hotel. Rotanızı koruyun, komut bekleyin.

- Beşik! Burada bir şeyler ters gidiyor ve düzeltemiyorum! Bu sistem tekrar devreye girmeden testi devam ettirmemiz mümkün değil. Dönüş izni istiyorum.

- Negatif Papa Hotel Sıfır İki. Şimdilik iptali gerektirecek kadar büyük görünmüyor. APU’ları tekrar deneyin.

Robertson öfkeden titremeye başladı. Aşağıdakiler inanılmaz bir vurdumduymazlık gösteriyordu. “Sadece bir bacak, sadece bir kaç test daha.. Sonra bitecek ve döneceğim” diye geçirdi içinden. Az önceki ufak çıkışı Test Merkezi’ndeki kariyerini sona erdirmişti, ama buna üzülmeyi sonraya bıraktı. Zaten önünde yanıp sönen lambalar yeteri kadar dikkatini işgal ediyordu. Kendini birden, hayatında ilk olmayan ama kesinlikle en şiddetli biçimde, yapayalnız hissetti. Ne arkasındaki F-104, ne güvenli mesafedeki B-52 ve F-106, ne de aşağıdakiler (özellikle Sanders) gerçekten onun yanındaydı. Yapayalnızdı, ve içinde bulunduğu beladan kurtulması, sadece kendi maharetine ve şansına bağlıydı.

Robertson bu durum muhasebesini yaparken yeni bir alarm ötmeye başladı. Bu seferki en kötüsüydü, pilotun kulağını tırmalıyor, ışığı gözlerini kamaştırıyordu. Ana hidrolik sistemi besleyen jeneratör devreden çıkmıştı. Yedek hidrolik sistem yarım kapasiteyle devredeydi. Bunun anlamı, Phoenix’in dizginleri ele almasıydı. Artık inisiyatif test pilotunda değil, altındaki gri dev uçaktaydı (Ah, Uzay-Uçağı!).

- Beşik, Papa Hotel Sıfır İki! Ana hidrolik besleme sistemi devre dışı. Hidrolik güç kaybı! Yedek hidrolikler yarım kapasitede. Kumanda kaybı, tekrar ediyorum kumanda kaybı!

Aşağıdan, sonsuzluk kadar uzun geçen bir kaç saniye boyunca cevap gelmedi. Sessizliğin sebebi aşağıdakilerin acımasızlığı değil, işlerin ne derece berbat bir rotada seyrettiğinin farkına varmış olmalarının yarattığı şoktu. Kendini toparlayıp telsize ilk sarılan Sanders oldu.

- Scott, ben Sanders. Telemetri arızayı gösterdi. Diğer arıza sinyalleri de geliyor. Bu sorunu birlikte halledeceğiz evlat.

Bir miktar olsun ferahlayan Robertson, minnetle “Anlaşıldı” diye cevap verdi. En azından biri, hem de en güvendiği kişi, onu geç de olsa anlamış, yardım etmişti. Daha doğrusu yardım etmeyi vaat etmişti. Bu da bir şeydi. Umutsuzluğa düşen insan her şeyden biraz ışık çıkarmaya uğraşır ne de olsa…

Levyeyi hafifçe sola kırdı: Cevap yok. Normal, kontroller hassasiyetlerini büyük ölçüde kaybetti. Daha fazla tazyik uyguladı: Cevap yok. Sonuna kadar sola yatırdı: Hala cevap yok. Uçak dümdüz, burnu 5 derece yukarıyı gösteren bir biçimde irtifa alıyordu. Phoenix Robertson’a küsmüştü.

Robertson’un nefes alış verişleri hızlandı (telemetri bunu görmedi). Levyeyi bu sefer sağa kuvvetle kırdı (telemetri bu kumanda değişimini de görmedi). Diğer sistemlerden yedek hidroliğe güç aktardı, seyrüsefer sistemini, otomatik iniş sistemini kapattı (telemetri bunları da görmedi, çünkü telemetri cihazı testin başından beri bozuktu. Kontrol üssüne hatalı veri iletiyordu). Levyeyi tekrar sola kırdı: 5 derecelik, cılız bir cevap.

- Scott, ben Luke. iniş bacağına geçmiyor musun?

- Luke, kumandalar cevap vermiyor! Beşik, kumanda cevap vermiyor, kumandaları kaybettim!

- Robertson, burası Beşik. Buradan kumandalar normal görünüyor, yedek hidrolikte yeterli güç olması lazım.

- Sıçtırtma telemetrine! Ben buradayım, sen ise aşağıda kahve makinesi kılıklı ama bir boka yaramayan makinelerin arasındasın. Ve ben sana KUMANDALARI KAYBETTİM DİYORUM! (Robertson bu son telsiz mesajıyla askeri havacılık kariyerini tamamen sona erdirmişti)

Kontrol kulübesinde Sanders, proje ekip liderleri ve Hava Kuvvetleri’nden üç albay hararetli bir tartışmanın içerisindeydi. Convair tarafı ile subaylar iki ayrı safa ayrılmış, sanki sözleriyle düello yapıyorlardı.

- Bay Sanders, bu şartlar altında teste devam etmek mantıklı görünmüyor. Phoenix’in çağrılması gerekir.

- Bakın, bu uçağın her vidasını biliyorum ben. Ortada bir sorun olduğu muhakkak, ancak Phoenix bu gibi sorunlarla baş edebilecek şekilde tasarlandı. Her sistemin en az ikişer adet yedeği var. Bu, uçuşu sonlandırmaya yetecek kadar büyük bir sorun değil. Sistemime güveniyorum.

- Anlıyorum, ancak bu aşamada bu boyutta bir aksaklık projeyi etkileyecek ölçüye ulaşabilir. Henüz hiç bir atış kontrol ve görev aviyoniği test edilemedi ve en temel uçuş sistemi arıza yaptı. Şu aşamada test planlandığı şekilde tamamlansa bile bu bir şey ifade etmez. Oraya gelene kadar çözülmesi gereken başka sorunlar olduğu görülüyor.

- Albayım, Bay Sanders aslında farklı bir şeyden bahsetmiyor ki? Tabi ki uçuş sonunda elektrik ve uçuş kontrol sistemleri kapsamlı bir gözden geçirmeye tabi tutulacaktır. Ancak proje takvimine göre önümüzde fazla zaman yok. En azından atış kontrol ve radar testlerini tamamlayabilirsek, zaman açısından büyük ölçüde rahatlarız.

- Baylar, ben bir pilot ve komutan olarak öncelikle emrim altındakilerin güvenliğini düşünmek durumundayım. Bu alan, tesisler ve pilotlarımızın emrinize geçici olarak, proje kapsamında verilmiş olduğunu hatırlatırım. Tesisler bir yana, pilotlarımın hayatını riske atmanıza asla izin veremem. Ortada uçuşu tehdit edecek derecede büyük bir sorun var ve bu....

Göbeğinin büyüklüğü rütbesi ve ne kadar zamandır karargahta görev yaptığı konusunda yeteri kadar bilgi veren albayın sözü, telsiz hoparlöründen gelen çığlıkla kesildi. Sanders bir ok gibi, o ana kadar sözlerle düello yapan küçük grubu yardı ve kontrol masasına koştu. Diğerleri de koşar adımlarla Sanders’ı takip ettiler. Telsiz mikrofonunu eline alan Sanders nefes nefese konuştu:

- Scott, cevap ver Scott. neler oluyor oğlum?

Sessizlik..

- Scott? Scott? Oskar Alfa, Oskar Bravo, rapor verin, neler oluyor?

- Beşik, Oskar Alfa Sıfır Bir. Phoenix bir kaç saniye önce buluta girerek görüş alanımdan çıktı. Radarımda göremiyorum.

- Beşik, Oskar Bravo Sıfır Bir. Olumsuz.. Göremiyorum..

- Papa Hotel Sıfır Bir, Beşik. Lütfen durumunuzu bildirin.

Sessizlik.. Cızırtılar... Sessizlik...

Yukarıda işler tamamen Robertson’ın kontrolünden çıkmış durumdaydı. Uçak 10 derece açıyla tırmanıyor, motorların çığlığı gitgide daha da uğursuzlaşıyordu. Gaz kolunu geriye çekti. Çığlık tekrar gür, davudî bir uğuldamaya dönüştü. Bu hiç değilse bir miktar sakinleştirici etkiye sahipti; tıpkı umutsuzluğa düşüldüğünde dua etmek gibi.

Telsizi kontrol etti, çalışmıyordu. Elektrik paneli: Hala devre dışıydı. Alarm ışıkları yanıp sönmekten vazgeçmemişti. Önüne, kokpit camından dışarıya baktı. Kesif bir bulut tabakasından başka hiç bir şey yoktu. Sanki hiçliğin içinde askıda duruyordu; uçtuğunu hissettirebilecek hiç bir nirengi, belirti yoktu. Levyeye ve pedallara asıldı, hiç bir şey değişmedi. Yedek hidrolikleri tekrar denedi; hidroliklerde güç kalmamıştı. Ana panel üzerinde gezinen parmaklarının hareketleri gittikçe hızlanmaya başladı. Nefes alış verişleri sıklaştı, alnından aşağı süzülen ter damlacıklarının sayısı arttı. Titremeye başlayan parmakları düğmeleri zorlukla çeviriyordu. Prosedürde ilk hatasını titremelerin başladığı an yaptı; devreleri açma – kapama sırasını karıştırmıştı. Tekrar baştan başladı, yine karıştırdı. Bir daha.. Titremeler arttı, parmaklarını kontrol etmekte artık daha da zorlanıyordu. Gözleri, alnından sızan terler yüzünden yanmaya başladı. Dudakları kurumuştu.. Uçuş tulumunun içi sırılsıklamdı. O sırada, o kokpitte gerçekleşenler inanılır gibi değildi.

İnanılır gibi değildi, çünkü binlerce uçuş saatine sahip, Kore Savaşı’nda defalarca en zor durumlardan kurtulmayı başarabilmiş seçkin test pilotu Scott Robertson paniğe kapılmıştı. Gençliğinden beri sadece uçaklar ve uçmak için yetiştirilmiş, en zorlu fiziksel ve zihinsel testleri başarıyla geçmiş, onlarca farklı uçakla yüzlerce tehlikeli test uçuşu yapmış Scott “Merlin” Robertson ne yapacağını bilemez durumdaydı.

***

Siyah Chevrolet Whiter Plaza’nın önünde durduğunda yağmur yeni çiselemeye başlamıştı. Güneş yeni batmış, Washington, gecenin hafif bulutlu lacivert öncüsü ile yeni buluşmuştu. Chevrolet’den inen siyah takım elbiseli, iri adam, kendisine açılan cam kapıdan içeri girmeden önce sol omzunun üzerinden gökyüzüne baktı: Bulutlu, ama çok sakindi. O nisan gecesindeki her şey gibi. Sükunet çok güzel bir battaniyeydi, her şeyi örten ve ısıtan...

Bordo renkli duvar kağıtlarıyla kaplı koridordan geçerek resepsiyona ulaştı. Kısa boylu, ancak sanki boyundan daha büyükmüş gibi görünen bir sırıtışa sahip bir şef kendisini karşıladı. Ağır İtalyan aksanına sahip şef garsonun dalkavuk sırıtışı, karşısındaki donuk gri gözleri görünce silindi.

- Hoşgeldiniz efendim, bu akşam sizi burada görmek büyük şeref. Size nasıl hizmet edebilirim?

- Bay Mendez adına bir rezervasyon olacaktı.

- Ah evet, Bay Mendez erkenden geldi, sizi bekliyor. Buyrun efendim, buyrun bu taraftan.

Kısa boylu, biryantin fıçısına batırılmış gibi görünen kısa siyah saçlara sahip şef önde, donuk gri gözlü, uzun boylu takım elbiseli adam arkada restoranın ana salonuna girdiler. İçeride yaklaşık yarısı dolu yirmi kadar daire şeklinde masa vardı. Masaların hemen hemen tamamındaki müşteri profili aynıydı: Erkekler çoğunlukla siyah takım elbiseli, kadınlar zevksiz abiyeli, zevksiz makyajlı, zevksiz saçlı. Gri gözlü adam hiç birine bir kaç saniyeden fazla ilgi göstermedi. Kendi kadınının duru güzelliğini özlemişti.

Restorandaki ölü ve donuk müşteri yığını içerisindeki tek istisnai masaya yöneldiler. Masanın mavi gömlek giymiş, karışık saçlı ve uzamış sakallı sahibi dalgın bir biçimde dışarıyı seyrediyordu. Oturduğu, pencereye en yakın, en güzel manzaralı masaydı. Potomac ve Washington bütün güzelliği ile bir dekor gibi masayı süslüyordu. Bir kadeh viski içmek için de, badem soslu ördek yemek için de ideal bir masaydı. O gece konuşulacaklar için ise en ideali...

Masanın dalgın sahibi gelenleri fark edince yüzüne geniş bir gülümseme yerleştirdi ve ayağa kalktı. İkilinin birbirini uzun zamandır görmemiş olduğunu düşünen şef, isabetli bir biçimde o sahnede işinin bitmiş olduğunu düşünerek aradan çekildi.

- Hoş geldin dostum. Ben de erkenden gelip viski eşliğinde gün batımının çıkarıyordum.

- Merhaba Carlos, seni gördüğüme sevindim. Güzel masa seçmişsin. Manzara çok etkileyici.. Uzun zamandır görmüyordum seni, yıllar fazla dokunamamış sana, ha?

Oturdular. Mendez her zamanki gibi oturmadan önce koltuğun üzerindeki hayali tozları eliyle süpürdü. Küba’dan kalma garip alışkanlıklarının bir tanesiydi bu. Alnındaki saçsız açık alanın yüzölçümü artmış, saç ve sakalları arasındaki beyazlıklar çoğalmıştı. Kemikli ve solgun yüzündeki kırışıklıkların gerçek hikayesi, anlattıklarından daha fazlası idi. Sert bir hareket yapsa kırılıverecekmiş gibi görünen parmakları gömleğinin üst cebinden bir sigara çıkardı ve yaktı. Gözlerini kısarak manzaraya baktı ve derin bir nefes çekti. Uzun konuşmalar yapmadan önce hep sigarasından bir kaç nefes çekerdi. Karşısındaki dinleyici için bir tür sabır sınavı gibi olurdu bu sigara nefesleri. Ama Mendez’in karşısındaki bu tür sınavları çoktan geçmişti.

- Güzel haberlerim var dostum. Bu yüzden bu yemeği bir tür kutlama olarak da kabul edebilirsin.

Gri gözlü, parmaklarını “devam et, dinliyorum” dercesine oynattı.

- İşler tam istediğimiz gibi gelişti, hatta bu kadar pürüzsüz olacağını ben bile beklemiyordum –ki bilirsin normalde çok ihtiyatlıyımdır. Dostlarımız zokayı tamamıyla yutmuş görünüyorlar. Sonrası için her şey ayarlandı. Bu büyük bir iş olacak, her şey yolunda. Senin hakkındaki raporuma cevap geldi. Dostum, seni büyük ödüller bekliyor... Ah, bak Gloria Glamor.. Bu kadın için “sesi gece rengindedir” derler.

Sesi gece renginde olan siyah ince kadın, cılız ama ağırbaşlı alkışlar eşliğinde sahneye geldi. Arkasındaki orkestra üyeleri de, her hareketlerini ezberden yapıyormuşçasına yerlerini aldılar. Kısa süren sessizlikten sonra “When Night Goes By”a, Mendez’in en sevdiği şarkılardan birine başladılar. Piyanonun notaları geceyi ve manzarayı tamamlıyordu sanki. Glamor’un sesi ise o bulutlu gecede kadife gibi yanklandı.

- When night goes by....

Gri gözlü adam, kafasının iki yanındaki kısacık kesilmiş kır saçları eliyle sıvazladı. Suratındaki ifade değişmemişti, ancak Mendez heyecanlandığını anlamıştı: Asker normalde elini yüzüne hiç dokundurmazdı. Mendez daha dikkatli bakabilse, gri gözlerin aşağısındaki dudağın köşesinde bir anlık titreme görebilirdi.

- When darkness fade away...

- Evet ne diyorsun?

- Bu harika Carlos. Artık bunaldım buradan. Dönmek istiyorum, geri dönmek istiyorum.

- Seni anlıyorum kardeşim, inan çok iyi anlıyorum. Ama dişini biraz daha sıkmalısın. Çok az işimiz kaldı. Gerçi kalan kısmın çoğu mühendis işi, ancak senin de üst kademelerde halletmen gereken işler var. Sonra gerekenler için ben devreye girerim.

- Şu anda prototip üretim hattında, bir kaç aya kadar uçuşa hazır hale gelir sanırım. Ancak geliştirme sürecinde bazı aksaklıklar çıktı ve bu büyük ihtimalle takvimde kaymaya sebep olacak. Bu da doğal olarak ek ödenek demek, ancak bir iki albay ödenek konusunda çok hassas. Yeteri kadar ikna edilmeden böyle riskli bir işe para yatırmaya pek niyetli değiller. Malum, Vietnam şu aralar gündemin değişmez maddesi.

- Anladım. Ben kaygı uyandıracak bir iki haber çıkarttırırım. Bu onları ödenek ayarlamaları için tetikler herhalde?

- Haberi benim çocuklar verirse kesinlikle tetikler. Şu aralar tepelerde epey çekişme var, herkes diğerinin açığını yakalamaya çalışıyor, Pentagon’un içinde bizim bariz üstünlüğümüz var. Bu yüzden haberlerin benden gelmesi daha etkili olur. Yalnız sadece haberler yeter mi emin değilim.

- Neden?

- Karga’nın test uçuşu için öngördüğümüz tarih geçileli üç ay oldu. Yarbay Hikes geçenlerde bundan bahsetti. Bu konuda da önlerine bir şeyler koymalıyız. Hikes önemli konumda, onun merakları özellikle doyurulmalı.

- Hımmm... Bu biraz zorlayıcı olabilir. Belki bir model ya da planör uçurup fotograflarını çekeriz. Veya birebir maket yapıp yerde test uçuşuna çıkmaya hazırlanıyormuş gibi bir sahne kurarız.. Bunu hatırlattığın iyi oldu, bunun üzerine biraz düşüneyim.

- When my dreams turn into blue....

İki adam konuşmaya ara verip manzarayı seyretmeye daldılar. Piyano ve basın dingin notaları, kadının duru sesiyle birlikte gecenin tüm dekorunu tamamlıyordu. Potomac, üzerine çarpan ışıklarla yıkanıyor gibiydi, bulutlar dağılmaya başlamış, yağmurun çiselemesi duralı çok olmuştu. Gece, olması gerektiği hale dönüyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi.

Kısa süren sessizliği ilk bozan Mendez oldu.

- Söylesene, bütün bunları hiç sorgulamadılar mı? Hiç enine boyuna düşünmediler mi?

- Bunu ben de çok düşündüm, “acaba bize oyun mu oynuyorlar” diye çok endişelendim. Ancak özellikle üst kademeler öyle bir halde ki, Sovyetler hakkındaki en ufak, en alakasız bir rapor bile büyük etki yaratabiliyor. Büyük bir paranoya hakim. Karga’yla ilgili ilk raporlara tekrar bakıyorum da, bu kadar korkacaklarını, bu kadar sorgusuz sualsiz balıklama atlayacaklarını ben bile hayal edemezdim.

- Korkularının esiri olmuş gibiler.

- Kısmen. Biraz da şirketler bu korkuyu besliyor. Devamlı yeni sistemler, yeni tehdit analizleri, karşılaştırmalar, sunumlar için geliyorlar. McNamara üzerinde müthiş baskı var; aslında o da kendisi zaman zaman karşı ataklar yapıyor. Ancak oyundaki değişmez silah Sovyet tehdidi. Herkes kendi çıkarı için kullanıyor sanki. Bu Karga işi özellikle Hava Kuvvetleri’nde tuz biber oldu.

- Bazen planladığından daha fazla kazanç sağlarsın. Bu bence her zaman iyi bir şey değildir, olayların akışı üzerindeki kontrolünü yitirmene neden olabilir. Şu an bizim durumumuz da buna benziyor. Şimdiye kadarki süreç beklediğimizden çok daha başarılı oldu. Meğer ufacık kıvılcım yetermiş, biz korkularını ateşlemek için meşale kullanmışız. Operasyonun sonuna kadar kontrolü korumamız için senin varlığın şart.

- Evet Mendez, ama ilticalar konusunda henüz hiç bir ilerleme kaydedemedim.

- Sen şimdilik o konuyu dert etme Anatoly. Şimdi odaklanman gereken şey, gerekli kişilerin Convair’de işe girmesini sağlamak. Her şeyin sırası var.. Önce kuşumuzla ilgilenelim.

- I only think about my love.. When night goes by....

***

Felaketler çoğunlukla çok kısa sürede cereyan ederler, her şeyin olup bitmesi kim zaman birkaç saniyeyi bulmaz bile. Onları asıl felaket yapan, takip eden olaylar silsilesi, yani o birkaç saniyenin doğurduğu sonuçlardır. 1963’ün o güneşli haziran gününde de olanlar aynen bu şekildeydi...

Robertson bir saniyeliğine gözlerini kapadı. Derin derin nefes aldı. En azından nefesini kontrol altına almak istiyordu. Sakinleşmesi ve kendini toparlaması için bu şarttı. Bu gibi sayısız berbat durumun içinden sıyrılmıştı, o, böyle işler için eğitilmişti. Uçmaktan, başkalarının uçurmaya cesaret edemeyeceği oyuncaklarla oynamaktan başka şey yapamazdı (çünkü sanki sadece buna programlanmıştı). Şimdi de kendini toparlayacak, ve bu yaralı kuşu sağ salim yere indirecekti. Sonra da muhtemelen Jim’in yerine gidip sabaha kadar içecekti. Ama önce hidrolikleri düzeltmeliydi.

Yedek hidrolik ana güç valfini açtı. Işık yandı, bu iyi.. Elevatörlerin açısını değiştirmek için levyeyi hafifçe oynattı. Tepki alıyordu, bu da iyiydi. Sanki derin nefes almadı hidroliklere güç vermiş gibiydi. Uçağın yükselmesi yavaş yavaş azaldı, sonunda düz uçuşa geçti. Sonra uçağı dönüş bacağına geçirmek için sola dönüş verdi, levyeyi nazikçe sola kırdı. Uçak buna da aynı nezaketle cevap verdi, burnunu yavaşça sola döndürdü. İki ya da üç saniyelik bir dönüşten sonra Robertson uçağı tekrar düz uçuşa geçirmek için levyeyi düzeltti. Ancak uçak hiç bir tepki vermedi, aksine sola yatışına devam etti. Uçak giderek artan bir hızla sola devriliyordu. Robertson tüm gücüyle levyeye sarıldı, ancak hiç bir cevap alamadı. Uçak sola yatışının ardından hızla dalışa geçti. Artık bir vida gibi dönerek yere pike yapıyordu. Robertson gücü tükenene kadar levyeye ve pedallara asıldı, ancak nafile, hiç birşey değişmiyordu. Kokpit camının etrafındaki beyaz bulutlar giderek seyreldi ve çılgın bir hızla dönmekte olan dağlar görünmeye başladı. Sanki dünya uçağın burnundaki bir eksen etrafında dönüyordu. Kokpitteki tüm göstergeler de değişen yön ve hızlarda bu dönüş dansına katılmıştı. Bu dansa ilk pes eden yağ manifold basınç göstergesi oldu. Patlayan göstergenin camları Robertson’un eldivenini parçalayarak elinden ince damlalar halinde kanların kanopi camına sıçramasına sebep oldu. Bir süre sonra bir numaralı motorun devir göstergesi büyük bir gürültüyle patladı ve hızla uçan gösterge kalibrasyon düğmesi, kaskının camına çarparak geniş bir çatlak açtı. Bu ikisinin ardından kokpitteki hemen hemen her parça çatırdamaya, çatlamaya ve kırılmaya başladı. Aslında tüm uçak çatırdıyor, çatlıyordu. Robertson’un yüzü son haddine kadar gerilmiş, gözlerinden, burun ve kulaklarından oluk oluk kan fışkırıyordu. Ve uçak Robertson’un bu ızdırabını sona erdirmek istercesine, çılgın dalışına son vermeye başladı. Önce sol kanat büyük bir cayırtıyla gövdeden koptu; bu uçağın dalışını dik açıdan yaklaşık 45 dereceye çevirdi. Ardından iki numaralı motorun türbinleri teker teker motor ana ekseninden ayrılarak inanılmaz süratlerle uçağın arka gövdesini biçtiler. Bu da bu ihtişamlı pikeyi bitirmek için gereken patlamayı tetikledi. Önce ana yakıt deposu, hemen ardından sağ kanat deposu alev aldı. Ve milisaniyeler sonra tüm uçak bir ateş topuna (daha doğrusu ateş topları kümesine) dönüştü (Oskar Alfa, Oskar Bravo ve Tango Hotel, uçağı bu esnada fark ettiler). İrili ufaklı sayısız gövde parçası, gökyüzünden yere doğru uzanan bir pençe gibi arkalarında kahverengi dumandan izler bıraktılar. Bulunacak en büyük parça, bir motor türbin pali olacaktı. Bu, Phoenix projesinin sonuydu. Yıllarca süren ve yüz milyonlara mal olan proje, yanan milyonlarca parça olarak gökyüzünden yağmaktaydı. Convair’deki ve Hava Kuvvetleri’ndeki depremi düşünmek için şimdilik erkendi. Ayağı kayacak bürokratlar, istifa edecek (ettirilecek?), erken emekli olacak (olmaya zorlanacak?), ortadan kaybolacak (öldürülecek?) kişileri belirlemek şu anın işi değildi. OKB-3’deki projenin, Sokol’un, EF-230’un birer balon olduğunun öğrenilmesi de şu an için gerekli değildi. Yıllardır Phoenix projesi ile ilgili her türlü dokümanın birer kopyasının Tushino’daki enstitüde incelenmekte olduğunu bilmek de şu an için bir şeyi değiştirmezdi. Phoenix ile ilgili tüm bilgilerin hasır altı edileceğini, stratejik av uçağı projesinin rafa kaldırılıp, kilit noktadaki tüm çalışanların işlerine son verileceğini, projeyle ilgili tüm dosya, doküman, ekipman ve sistemin imha edileceğini öngörmek bu şok anında mümkün değildi. Şu anda tüm dikkatler gökyüzündeki ateş ve dumandan oluşan dev pençedeydi. Teknolojinin sunabildiği tüm olanakları kullanana mükemmel bir tasarım bir kaç saniyede buhar olmuştu. Bu, muhteşem bir andı ve şahit olma ayrıcalığına erişen herkes tadını çıkarmaya çalışıyordu.

- SON -